Cahit Ülkü – Alaeddin Keykubat Dönemi Sonrası ve Kösedağ Savaşı

I. Alâeddin Keykubad dönemi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin en parlak ve ihtişamlı dönemi olarak gösterilir. Bu dönemde sınırlar doğuya doğru genişletilirken, öte yanda yoğun imar hareketleri sürdürülüyordu. Haçlıların Anadolu’yu çiğnemesinin üzerinden 130 yıla yakın zaman geçmiş ve o kâbusun neredeyse bütün izleri silinmişti. İznik imparatorluğu ile ilişkiler ise barış içinde sürüyordu.

1223 yılında, Kayı Boyundan olan ve Kastamonu civarında uç beylerbeyliği görevini yürüten Hüsameddin Çoban’ın, sultanın emriyle Sinop’ta donanma inşa ederek Kırım’ın en önemli ihraç limanı olan Sudak’ı işgal edip orada üs kurması, Alâeddin Keykubad döneminin dikkate değer olayıdır. Dikkate değerdir, çünkü bu olay, Anadolu Selçuklu Devleti’nin ticarî alanda uluslararası politikalar yürütebilecek düzeye geldiğini göstermektedir. Sudak Limanının, Selçuklu için çok önemli olan kürk ve bal ticaretinin kilit noktası olduğunu ve bu mallarla gerek Avrupa, gerekse Mısır ticaretinden çok yüksek tutarda gelir sağlandığını anımsarsak, söz konusu müdahalenin günümüzde petrol bölgelerine yapılan müdahaleleri andırdığını görebiliriz. Çünkü bal ve kürk de o dönemin petrolüydü.

Sık yapılan askerî seferlerin yüksek tutardaki maliyetleri, imar faaliyetlerinin azımsanmayacak giderleri, bir süre sonra vergilerin arttırılmasına neden olacak; bu da, istendiği kadar parlak dönemde yaşansın, halkta hoşnutsuzluk yaratacaktır.

İç ekonomide belirtileri görülmeye başlayan bozulmaya karşın Alâeddin Keykubad’ın saygınlığı içte ve dışta doruk noktasındaydı ve buna ek olarak bu sultan Selçuklu ülkesine karşı art niyetler besleyenlerde korku da yaratıyordu. Nitekim Selçuklu ülkesindeki zenginliği duydukça iştahı kabaran, aynı zamanda cihan hâkimiyeti peşinde koşan İlhanlı-Moğol Hakanı, onun zamanında Anadolu’ya saldırmaya cesaret edememiş, Sivas taraflarında yapılan bazı çapullara karşın Moğolların gücünü iyi bilen Keykubad da bunları sorun etmeyerek durumu bazı anlaşmalarla idare etme politikasını yürütmüştür.

Ama Moğol tehlikesi, gün geçtikçe görünür hâl alıyordu. Bu tehlikenin kapıyı gümbürdeterek çaldığı günlerde, doğuda çıkabilecek savaşlar sırasında batıdaki olası Bizans saldırılarına karşı önlem almak amacıyla en yetenekli beyler batı sınırlarında görevlendirilmeye başlandı. Doğudaki savaşçı beylerin batı sınırlarına gönderilmesinin bir başka nedeni de, bu beylerin Moğol tecavüzlerine sert tepki göstermeleri nedeniyle bu güçlü hakanlık ile topyekûn savaşa yol açmaları olasılığı idi.

Alâeddin Keykubad, 1237 yılında elçilere verdiği ziyafet sırasında zehirlenerek öldü. Çoğu kaynaklar, onun oğullarından Kılıç Aslan’ı veliaht yapmasını hazmedemeyen 15-16 yaşındaki diğer oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından zehirlenerek öldürüldüğünü ve bu oğlunun tahtı böylece elde ettiğini söylerler. Şehzadenin Kalonoros hâkimi Kirfard’ın kızı olan Mah-Peri adındaki annesinin de bu entrikalara karıştığını düşünebiliriz. Bu kadının, kocası olan Alâeddin Keykubad’ın ölümüne dek Hıristiyan kaldığını da not edelim.

Bütün kaynakların ortak söylemine göre eğlenceye, içkiye ve kadına aşırı derecede düşkün olan bu zayıf karakterli yeni sultan zamanında devlet hızla erozyona uğramıştır. O, eğlence ve sefahat içinde vakit tüketirken sultanın atabeklerinden Saadeddin Köpek, devletin en kıymetli ve nüfuzlu kişilerini ya öldürterek ya da oyuncağı hâline getirdiği sultana azlettirerek Selçuklu Türkiye’sinin tek hâkimi olmuştu.

Bu çalkantılar arasında ülke ekonomisi büsbütün bozuldu. Halk, ağırlaşan vergiler altında bunalıyor, sarayda olup bitenleri üzüntü ve nefret içinde seyrediyordu.

Öte yandan, Alâeddin Keykubad’dan çekinerek sakin duran Moğollar, yeni yönetimin çapsızlığını görünce saldırılarını sıklaştırmış, bu karanlık tablo karşısında halkın umutları tükenmeye başlamıştı. Keyhüsrev giderek güçlenen Saadeddin Köpek’in tahtına göz dikmesinden korkarak bu vezirini öldürtünce devlet büsbütün sahipsiz kalmış ve içki meclislerinden yönetilir hâle düşmüştü.

Umudun tükendiği yerde inancın egemenliği başlayacağından, insanlar art arda türeyen tarikatları sığınak olarak görüyorlardı. Bu tarikatların başında, Baba İlyas’ın önderlik ettiği, Baba İshak’ın da onun yanında yer aldığı Babailik tarikatı yer alıyordu. Özü İslâm dinine ve şeriata aykırı olan bu akım sonradan “Alevilik” adını alacak ve Hacı Bektaş’ın düşünsel yapısını şekillendirecektir. Ayrıca, ilerde Osman Bey’in kayınbabası olacak Ede-Balı da Baba İlyas’ın müridiydi.

1239 yılında Baba İlyas, devlete isyan bayrağını açtı. Amacı, kimi araştırıcılara göre Alevi Devleti kurmaktı ve yardıma çağırdığı Hacı Bektaş, devletin dininin olamayacağını savunarak ve “Yetmiş iki milleti bir görmeyen halka müderris olsa da hakikate asidir,” diyerek bu isyana katılmadı; ama onun kardeşi Mintaş, isyancıların safında yer aldı.

Anadolu’yu baştanbaşa yangın yerine dönüştüren bu isyan devleti sarsmış, bir dizi savaşlardan sonra 1240 yılında zorlukla bastırılmıştı. İsyan sonunda önce Baba İlyas asılarak idam edilmiş, Hacı Bektaş’ın kardeşi Mintaş savaş meydanında can vermiş, bayrağı ondan devralarak ayaklanmayı sürdüren Baba İshak da daha sonra yakalanarak öldürülmüştür.
Sonraları “Celâli İsyanları” adını alan, on altıncı yüzyıl sonrasının yönetimlerince haramilik şeklinde gösterilse de aslında Anadolu’yu Osmanlıların işgali altında görüp bağımsızlık peşinde koşan halk kitlelerinin kalkışması olan bu hareket, asırlar boyunca devam etmiştir. “Alevi isyanı” olarak da gösterilmeye çalışılan bu başkaldırılar, gerçekte inançsal temele dayanmıyordu ve isyancıların içinde çok sayıda Sünnî Türk de vardı. Yani bu isyanlar, on beşinci yüzyılın sonlarından itibaren bir anlamda devşirmelerle kendilerini Anadolu’nun gerçek sahibi sayan Türkler arasındaki kavga hâlini alacaktı.

Türkiye’nin kudret ve satvetini sarsan bu isyanlardan bir süre sonra, 1242 yılında Moğol saldırıları şiddetlendi. Bu senenin kışı başlarken Moğollar Erzurum’u kuşatma altına aldılar. Kaledekiler kahramanca direndilerse de sultandan yardımın gelmeyişi ve karşılarında orantısız gücün bulunuşu, savunmacıların morallerini bozuyordu. Buna rağmen direnişi bekli de uzun zaman sürdüreceklerdi, ne var ki içlerinden çıkan hainlerin marifetleri sonucunda kent Moğolların eline geçti.

Moğollar kentte taş üzerinde taş bırakmadılar, sanatkârlardan, genç kız ve çocuklardan başka herkesi katlettiler. Erzurum’un karşılaştığı bu felâket, zaten uzun zamandır hissedilen Moğol korkusunu iyice görünür hâle getirdi. Moğollar, hem kış bastıracağından hem de Erzurum’da olanların uyandıracağı tepkileri gözlemlemek için istilâya devam etmeyerek geri çekildiler.
Selçuklu tarafında ise, toplanan saltanat meclisinde genel seferberliğin ilân edilmesine, komşu Müslüman ve Hıristiyan hükümdarlarından yardım istenmesine ve Moğollar üzerine yürünmesine karar verildi. Hükümet, kesenin ağzını açmıştı. Örneğin Eyyubilere gönderilen elçi, yapacakları yardım karşılığında onlara verilmek üzere yanında 10.000 dinar altın ve 100.000 dirhem gümüşe ek olarak, Ahlat’ın mülkiyetini vereceklerine dair belgeyi de götürüyor; ayrıca oralardan asker toplanabilmesi için milyonlarca dirhem para taşıyordu. Bütün bu çabalardan sonra, 50.000 ile 80.000 arasında asker mevcutlu bir ordu toplandı ve bu ordu, başlarında sultan olduğu hâlde Moğolları karşılamak için Sivas’a doğru yola çıktı.

Sultan, hem savaşın yeri hem de zamanı konusunda, geride kalan az sayıdaki deneyimli devlet adamlarının öneri ve ikazlarına uymayarak, genç eğlence arkadaşlarının dediklerine kulak veriyordu. Nitekim Kösedağ’a gelindiğinde, aklı başında devlet adamlarının dağların sırtlarını tutarak düşmanı bekleme önerilerine karşın, heyecanlı gençler ovaya inip düşmana saldırmayı önerdiler. Sultan, Selçuklu ordusunun sayı bakımından düşmanın iki katı olmasına da güvenerek gençlerin önerisini kabul etti ve 20.000 kişilik öncü kuvveti ovaya gönderildi.

Moğollar, klasik Türk harp taktiği olarak kaçar gibi yapıp uygun noktada geri dönerek bu öncü kuvvetleri perişan ettiler. Bu durum sultanı alabildiğine şaşırtmıştı. Zaten Moğolların yenilmez kavim oldukları her yerde irkiltici öykülerle süslenerek anlatılıyordu. Önemli komutanlara göre Selçukluların askerî üstünlüğü devam etse de genç Keyhüsrev korkusundan titremekteydi. Akşama dek bekleyen sultan, ortalık kararınca orduya haber vermeden Tokat yoluyla Konya’ya kaçtı, hatta hızını alamayarak Antalya taraflarına dek gitti. Ertesi sabah daha gün doğmadan, sultanlarının firar ettiğini öğrenen askerler arasında karışıklık çıktı. Herkes can derdine düşerek düzensiz biçimde dağıldı, hatta ağırlıkları dahi olduğu gibi bırakarak hepsi bir yana kaçıştı.

Moğollar ise sabahleyin ortada asker olmadığını, ama çadırların yerli yerinde durduğunu görünce bunun tuzak olduğunu düşünerek birkaç gün beklediler, hiçbir hareket olmayınca gönderdikleri keşif kolları aracılığı ile askerlerden eser kalmadığını öğrendiler ve ordugâha girdiler. Onların bu ordugâhta elde ettikleri, altın, gümüş, kıymetli eşya, sayısız malzeme, silâh, at, katır ve develer uzun süre söylence konusu hâline geldi. Firari orduyu ise bir daha toparlamak mümkün olmadı.

Kösedağ faciasının en ilginç yanı bence şudur: Okul sıralarında, benim neslime burada hep savaş olduğu anlatıldı. Yüce bir ulus yaratma adına nasıl yalan tarih üretildiğine, bu tutum net bir örnektir. Ne yazıktır ki Anadolu’nun, belki de dünyanın kaderini değiştiren, milyonlarca insanın inim inim inlemesine ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkımına neden olan bu sözüm ona savaş, savaşmadan, traji-komik biçimde kaybedilmiştir ve bizim tarihçilerimizden çoğu, savaşın bu yönüne hemen hemen hiç değinmezler.

HABER REVİZYON 2014 MART CAHİT ÜLKÜ ALÂEDDİN KEYKUBAD DÖNEMİ SONRASI VE KÖSEDAĞ SAVAŞI 1

HABER REVİZYON 2014 MART CAHİT ÜLKÜ ALÂEDDİN KEYKUBAD DÖNEMİ SONRASI VE KÖSEDAĞ SAVAŞI 2

HABER REVİZYON 2014 MART CAHİT ÜLKÜ ALÂEDDİN KEYKUBAD DÖNEMİ SONRASI VE KÖSEDAĞ SAVAŞI 3

HABER REVİZYON 2014 MART CAHİT ÜLKÜ ALÂEDDİN KEYKUBAD DÖNEMİ SONRASI VE KÖSEDAĞ SAVAŞI 4

Bir cevap yazın