Cahit Ülkü Özel Röportaj

Romanlarıyla gündem yaratan Cahit Ülkü’yü İzmir’deki evinde ziyaret ederek bir röportaj yaptık.

Röportajımıza başlamadan önce bir okuyucumuzdan gelen soruyu kendisine ilettik.

Haber Revizyon: Sayın Ülkü, söyleşi talebimizi kabul ederek evinizin kapısını Haber Revizyon Dergisine açtığınız için size teşekkür ederiz.

Cahit Ülkü: İlk sayımızın ekine adresli bir zarf koyarak okurlarımızdan görüş, öneri ve sorularını istedik. Gelen yanıtlardan birinde, size sorulması istenen bir soru var. Soru şu: “Kendinizi tarih romanı yazan bir araştırmacı yazar olarak tanımlıyorsunuz. Tarih romanı dendiğinde tarihin gerçekliği ile kurgunun bir arada olduğu bir eser ortaya çıkıyor. Eserlerinizi bir kaynak olarak görmeli miyiz?” Ne dersiniz?

Çok doğru… Romanlarımdaki en marjinal kurgu dahi, ciddi bir tarih eserinin satır aralarına sıkışmış bilgilere dayanır. Bu nedenle romanlarım hem belgesel, hem de kaynak niteliklidir.
Haber Revizyon: Son romanınızda, Alevilerin ve Osmanlıları kökeni konusunda çarpıcı iddialar ortaya attınız. Kasım ayı ortalarında Musevilerin “Limmud Bayramı” etkinlikleri arasında bu konuda bir konferans vereceğinizi öğrendik. Ayrıca SKY/Türk televizyonunda Gürkan Hacır ile katıldığınız programda söyledikleriniz yoğun ilgi çekmişti. İlk sorumuz şu: “Aleviler Müslüman mıdır? Alevilerin Tanrı anlayışı nedir.”

Cahit Ülkü:Alevilerce Kuran’daki yaradan-yaratılan ayırımı ikiliktir, birliği bozmaktır; gerçekte yaradan ve yaratılan birlikte ve tektir. Aleviler, Kuran’daki Tanrı tasarımını “birliği bozma” olarak nitelendirirler. Yani Tanrı tasarımında Müslümanların ve Alevilerin kabulleri bağdaşamaz niteliklidir.

Haber Revizyon: Yukarıdaki sözlerinden Alevilik ile Müslümanlığın farklı sistemler olduğunu algılıyoruz. Bu algılamamız doğru ise, savınızı hangi delillere dayandırıyorsunuz?

Cahit Ülkü: Alevilerin çoğu İslâm’ın şartlarını yerine getirmezler. Onlara göre Kıble insan, Kâbe gönüldür. Çoğunlukla namaz kılmazlar, Ramazan’da oruç tutmazlar. Sünnî köyüne kilise yapmak neyse Alevi köyüne cami yapmak odur. Alevi kadınlar örtünmezler, erkekle eşittirler. İlki hayattayken ikinci kadınla evleneni, karısını haksız yere boşayanı “düşkün” ilân ederek cemiyetlerinden dışlarlar. Bu noktada İslâm peygamberinin çok eşli olduğunu anımsayalım. Alevilere göre içmesini bilen içki içebilir.

Bektaşiliğin kurucusu Balım Sultan’a göre çalgı çalmak, oyun oynamak, içki içmek, eğlenmek yasak değildir. Evlenmek gereksizdir. Şeriatın öngördüğü tapınma ve ibadet, gelişmeyi önler. Alevilikte kölelik kabul edilmezken, Kuran köle edinmeyi meşrulaştırır. Diğer önemli bir nokta da Aleviler arasında sıkça anlatılan şu öyküdür:

Hz. Muhammet miraçtan dönerken gördüğü kubbe onun ilgisini çeker. Yürüyüp onun kapısına varır ve kapıya vurur. İçerden; “Kimsin; ne için geldin?” diye sorarlar. Hz. Muhammed; “Ben peygamberim; açın kapıyı gireyim,” diye karşılık verince, bu kez; “Bizim aramıza peygamber sığmaz. Ayrıca bize peygamber gerekli değil. Var git, peygamberliğini ümmetine yap!” derler.

Değindiğim noktalardan farklı davranan Aleviler elbette vardır. Ayrıca, başlangıçtaki sorunun yanıtı teologların alanına girse de Tanrı tasarımındaki farka, İslâm’ın şartlarına uymayışa ve aktardığım öyküdeki “Bize peygamber gerekmez,” söylemine dayanarak “Alevilikle Müslümanlık farklı inanç sistemleridir” diyebiliriz.

Haber Revizyon: Ama Hz. Ali, Ehl-i Beyt, 12 İmam gibi motifler Alevilik içinde yer alıyor. Bunlar İslâmî unsurlar değil mi? Hz. Ali sevgisi Alevi inancının temel direklerinden biri, bütün bunları göz ardı edebilir miyiz?

Cahit Ülkü: Yaşamış Ali’yle Aleviliğin ilgisi yoktur. O, fetihçi ve şeriatçıydı. ‘Benim sözlerime itaat etmeyip isyan edenlere öleceğim güne dek yürür de yürürüm, vurur da vururum,’ diye şiddet gösteren ‘Ali, Alevilerin piri olabilir mi?

Pir Sultan bir değişinde; “Gafil kaldır şu gönlünden şüpheyi / Bu mülkün sahibi Ali değil mi? / Yaratmıştır on sekiz bin âlemi / Rızıkları veren Ali değil mi?” derken onun Sır Ali’de simgeleştirdiği Tanrı-insan bütünleşmesidir. “Ali” sembolünün Alevilikte yer almasının diğer nedeni de bu sembol sayesinde toplum nazarında Müslüman’mış gibi görünerek baskılardan korunma ihtiyacıdır. Üstelik Baba İshak’ta, Yunus Emre’de, Hacı Bektaş’ta ve Nesimi’de Ali söylemini de, 12 İmamı da bulamayız. Bu kavramları 16. yy başlarında Bektaşiliğin içine yerleştirenler Balım Sultan ve onun çağdaşı Şah İsmail’dir.

Haber Revizyon: Peki, o hâlde Alevilik bir din midir? Son günlerde bir “Cemevi” tartışmasıdır sürüp gidiyor. Başbakan Cemevleri’nin mabet olmadığını öne sürerek onlara devlet desteğinin olamayacağını söylüyor. Bunlar için neler diyebilirsiniz?

Cahit Ülkü: Alevi araştırmacı-yazar Süleyman Diyaroğlu, bir eserinde şunları söylüyor:

“İslâm Alevileri ile Anadolu Alevileri kesin dille birbirinden ayrılmalıdır. Anadolu Alevileri için Yaradan-Yaratılmış kavramları ortadan kalkmakta, varlık alanına çıkmış her şey O’nun parçası hâline gelmektedir. Bu esastan hareketle Alevilerin herhangi dine mensup olduklarını söylemek, aslana horoz demek kadar komiktir.” Önemli bir Alevi araştırmacısı sorunuzu böyle yanıtlıyor. Kişisel görüşüme göre, dinlerde peygamberin ve kutsal kitabın varlığı önkoşul ise, Aleviliğe “Din” değil, “İnanç Sistemidir,” demeliyiz.

Alevilere göre Tanrı’nın parçası olan insan, tapınmaya ihtiyaç duymaz; bu nedenle yaptıkları tapınma değil kutsama ve ayindir. Nitekim Alevi yazar Reha Çamuroğlu’na göre “Cemevi ibadethane değil, yaşamı ibadet olanların temiz vicdanlarını karşılıklı ilişkiye açtıkları toplumsal ortamdır.”

Ama gerçek bu diye, bence laiklikle bağdaşmaz tutumla Cami yapan ve imam maaşını ödeyen devlet, Alevilerin “ayin ve kutsama” mekânlarına yardımdan, destekten elini çekmemelidir, çekemez.

Haber Revizyon: Alevilik ve Kürtlük ilişkisi nasıldır? Alevilik etnik bir kimlikle açıklanabilir mi?

Cahit Ülkü: Öncelikle şunu söylemeliyim. Alevilere göre “72 milleti bir görmeyen halka müderris olsa da hakikate asidir!” Yani bir Alevi için etnik kimlik değil, insan olmak öncelikli ve önemlidir. Şimdi gelelim sorunuzun yanıtına: Yavuz Sultan Selim, Çaldıran savaşı sonrasında Kürtlere Osmanlı örfünde olmayan ve beyliğin babadan oğla geçmesi demek olan “Mirlik” hakkını verdi. Ama bir koşulla…

İzninizle burada parantez açıp, biraz konu dışına çıkacağım. Bugün Aleviler de Kızılbaşlık ile Aleviliğin eşanlamlı olduğunu kabul ederler. Oysa Şah İsmail’in taraftarları, aidiyetlerini belirtmek için On İki imamı temsilen on iki dilimli kızıl sarık sarıyorlardı. Yani Kızılbaşlık inançsal değil siyasal tarafı betimler. İşte Yavuz “Mirlik Hakkı” karşılığında Kürtlerin bölgelerindeki Kızılbaşları, yani, Şah İsmail taraftarlığını dinî kisve altında yürüten kimselerin ezilmesini şart koştu. Kürtler de, Kızılbaşların yanı sıra Alevileri de katletmeğe başladılar. Yöredeki Aleviler, bu katliamdan kurtulabilmek için Kürtçe konuşmaya ve Kürt olarak görünmeye başladılar. Bunlardan bir kısmı, zamanla kendilerini gerçekten Kürt sandılar. Oysa Alevilik Türkmen inancıdır ve ancak Alevi anadan doğan Alevi olduğundan her Alevinin etnik kökeni mutlaka Türk’e dayanır.

Yani, hem Kürt, hem Alevi olmak olanaksızdır. Günümüzdeki “Kürt Sorunu”nun bir kaynağı bu “mirlik” uygulamasıdır.

Durum açıkça gösteriyor ki gerçekte Türkler Kürtleri değil, tam tersine Kürtler Türkleri asimile etmişlerdir.

Haber Revizyon: Gelelim konumuzun can alıcı bölümüne… Hazarlar kimdi? Dini inançları nelerdi? Bizanslılardan etkilendiler mi?

Cahit Ülkü:Hazar İmparatorluğunun tarihi neredeyse Hazar-Arap savaşlarından mürekkeptir. Araplarla Hazarlar arasındaki büyük boğazlaşma ise 730-737 yılları arasında olmuştur. Başlangıçta Arap ordularını neredeyse yok eden Hazarlar, rastladıkları her Müslüman’ı kılıçtan geçirerek Musul’a dek ilerlemişler, yolları üstündeki bütün kentleri yakıp yıkarak yağmalamışlardır. Bu yağmaya dalış Hazarlara pahalıya patlayacak, Araplar yağmaya dalan Hazarlara taze kuvvetlerle saldırıp o muzaffer orduyu perişan edeceklerdir. Buna karşın, İtil önlerine gelen Arap ordusu da yorgundur. Bu durumda Hazar Kağanı, Arap komutanı Mervan’a Müslüman olması karşılığında barış önerecek ve harp etmeye mecali kalmayan Mervan bu öneriyi kabul edecektir. Ne var ki Hazar Kağanı’nın Müslüman oluşu sözde kalacak, Arap orduları çekilince bu söz unutulacaktır.

Şu sonuç önemlidir: 7 yıl süren, yüz binlerce cana, kentlerin yakılıp yıkılmasına, her türlü gasp ve talana neden olan bu savaş, Hazarları Araplarla düşman, Bizanslarla dost kılmıştır. 730 yılında Kağan Bulan’ın Yahudiliği kabul edişi de Hazar tarihinde bir köşe noktasıdır.

Tarihçiler bu konuda üç ayrı görüşe sahiptir. Kimilerince yalnız yönetici sınıf Museviliği kabullenmiş, halkın bir kısmı Hıristiyanlığı, bir kısmı Müslümanlığı benimsemiş, bir kısmı da Şaman olarak kalmıştır. Bazıları tüccarların Museviliği kabul ettiklerini, diğerleri halkın büyük kısmının Musevi olduğunu iddia edenler de vardır.

IX. yy. da yaşayan Al-Melik, “Hazarların hepsi Yahudi’dir!” derken Mesudî “Tüm Hazarlar ve melikleri Yahudi’dir,” der. Şemseddin ed-Dımaşkî’ye göre yalnızca siviller Yahudi’dir. Bu farklı görüşlerin nedeni, gezginlerin farklı zamanlarda, farklı bölgelerde edindikleri izlenimleri esas almalarıdır. Örneğin Hazarlar, İran’da yaşayan halktan çok sayıda paralı Müslüman askerleri ordularında kullanmışlardır. İran’a yakın yerleri gezen gözlemciler, bu gerçeği bilmediklerinden tüm askerlerin Müslüman olduklarını sanmışlardır.

VIII. Yüzyılda Musevilik IX, hele X. Yüzyıldaki gibi yaygınlaşmamıştır. Yani zaman faktörü de tespitleri etkilemiştir.

Araplarla Hazarlar arasındaki düşmanlık kitlesel Müslümanlaşmayı olanaksız kılmıştır. Hazar Kağanı Yasef’in Endülüs Başbakanı Yahudi Hasdai’ye yazdığı ve nasıl Musevi olduklarını anlatan mektup, somut belgedir. Bir Hazar kağanının ülkesinde çok sayıda Yahudi okulları ve Sinagoglar yaptırdığını, Yahudiliği yaygınlaştırmak için sertliğe başvurduğunu bu mektuptan öğreniyoruz. İkinci önemli olay şudur:

733 yılında Kağan Bulan’ın kızı Çiçek Hatun Bizans İmparatoru’nun oğlu Konstantios’la evlenecek, bu evlilikten doğan prens, 775 yılında Leon Hazar adıyla imparator olacaktır. Yani Hazar Kağanı’nın torunu “Hazar” adıyla Bizans İmparatoru’dur! Bu olay Hazar-Bizans ilişkileri hakkında fikir vermektedir. Hazar İmparatorluğu, 10. yüzyılda zayıflama ve dağılma sürecine girmiş ve XI. Asrın sonlarına dek etkisiz bir devlet kimliğiyle devam etmiştir.

Haber Revizyon: Hazarların durumunu hipotezinize dayanak yapıyorsunuz. Bu konuyu açar mısınız?

Cahit Ülkü: Önce birkaç noktayı vurgulamak istiyorum:

Hazarların dağılma süreciyle Türklerin Anadolu’ya akmaları eşzamanlıdır. Hazarlarla Araplar kanlı boğazlaşmalar, kentlerini yıkıp talan etmeler sonucunda karşılıklı nefret, kin ve düşmanlık hisleriyle dolup taşmışlardı.

Hazarlar Asya’nın malını Avrupa’ya, Avrupa’nın malını Asya’ya Bizans üzerinden satarak geçindikleri için Bizans’ı Arap istilâlarına karşı korumak zorundaydılar. Bu zorunluluk, onları Bizans’la dost ve müttefik yapmıştır. Araştırmamı tetikleyen soru, bu saptamaların etkisiyle netleşmiştir: “Hazar Musevilerinin tamamı batıya mı göç ettiler?”

Bu insanlar Bizans’la dosttular ve göç yollarına düştüklerinde Türklerin Anadolu’ya yoğun girişleri başlamıştı. Bu durumda Hazarların Yahudilere düşmanlık besleyen Avrupa yerine dostlarının ülkesine, kendileriyle aynı dili konuşan ve çoğu Şaman inanışını koruyan insanların yığılmaya başladıkları ve otorite boşluğu yaşanan, üstelik kendilerine daha yakın olan Anadolu’ya da göç etmeleri daha mantıklı değil midir?

“Öyleyse bu insanlar şimdi nerelerdedir?” Yanıtlanması gereken önemli soru işte buydu. Bir önemli bulgu da şudur: Hazarya’da bulunan Musevi sandukalarında ve Araplara karşı yapılan Sarkel Kalesi tuğlaları üzerinde Kayı Boyu’nun damgasıyla benzeşen işaretler vardır! Şunu eklemeliyim ki, Hazaryalı duvar işçileri, kullandıkları tuğla ve taşların üzerlerine ait oldukları boyun damgalarını kazırlardı.

Şimdi de Türklerin Anadolu’ya girişlerinden kısaca söz edelim: Kayı boyunun beylerinden Artuk Alp, Malazgirt Savaşı’nın kazanılmasında birincil rol oynamış ve onun bu rolü, Artuk’u Kayıların önderi yapmıştı.

Alp Aslan’ın önceliği, Gazneliler’le Karahanlılar’ı dize getirip egemenliğini o bölgede pekiştirmekti. Bu yüzden Bizans İmparatoru’yla anlaşıp onu başkentine göndermiş, Artuk Bey’i de durumu kontrol etmekle görevlendirmişti. Ama İstanbul’da tahtı elde eden yeni imparator, eskisini yolda yakalatarak gözlerine mil çektirecek ve Türklerle yapılan anlaşmayı tanımayacaktır.

Bu gelişme üzerine Alp Aslan, Artuk Bey’e Bizans’a göz açtırtmamasını emretti. Artuk Bey de Yukarı Yurt’taki 200.000 kişilik Kayı boyuna mensup asker aileleriyle birlikte Anadolu’nun içlerine yürüdü. O sıralarda Alp Aslan öldürüldü. Artuk Kızılırmak kıyılarına dayandığında, Süleyman Şah yeni sultan Melikşah’ın kulaklarına Artuk’un Kayı halkını Anadolu içine yerleştirmesinin, orada devlet kurma hazırlığı olduğunu fısıldıyordu.

Nitekim Artuk, İzmit’te ulaştığında Süleyman Şah’ın Anadolu işleriyle görevlendirildiğini ve kendisinin de merkeze çağrıldığını öğrenecekti. O günlerde Frank başbuğu Ursel, Bizans’ın başına dertti. Artuk, İmparatora bir anlaşma önerdi: Kendisi Ursel’i yakalayıp ordusunu yok edecek, imparator da Artuk’un Eskişehir, Kastamonu ve Çankırı taraflarına yerleştirdiği Kayı halkını koruyacaktı. İmparator bu öneriyi hemen kabul etti. Artuk, ordusunu kılıçtan geçirip Ursel’i esir alarak üzerine düşeni yapmıştı. Gelişmeler gösteriyor ki İmparator da sözünde durmuştu.

Anadolu’ya ilk “plânlı” yerleşenler Artuk Alp’in getirdiği bu Kayılardır. Onların göç yolu, topografik bulgularla kanıtlanmaktadır: Anadolu’nun İran’a komşu olan güneydoğu taraflarında “Kayı” adını taşıyan tek yerleşim yok iken, Kuzey Azerbaycan’dan başlayarak Kuzey Anadolu’da çok sayıda “Kayı” adlı yerleşimler vardır! Yani Kayı halkı, uzun süre Musevi Hazarların yönetiminde yaşamıştır.

Anadolu’da Alevilik inanç sistemini kurup geliştirenler, ağırlıklı olarak işte o insanlardı ve bu ırksal köken dinsel köken hakkında ipuçlarını da vermektedir. Bu kısa tarih gezintisi, Alevilerin Anadolu’ya gelmeden önce Musevilik deneyiminden geçtiklerini göstermektedir.

Haber Revizyon: Eğer gerçekten Alevilik, Musevilik deneyiminden geçmiş olsaydı, bugünkü Alevilikte dahi Musevilikten kalma pek çok izler olmalıydı. Bu konuda neler diyebilirsiniz?

Cahit Ülkü: Yerinde bir soru. Alevilikle Musevilik arasındaki benzer noktaları şu şekilde özetleyebilirim:

1. Nasıl ki Yahudi olabilmek için Yahudi anadan doğmak zorunluysa, Alevi olabilmek için de Alevi anadan doğmak zorunludur.

2. Yahudiler seçkin kavimden geldiklerine inanırlar. Aleviler de kendilerini “Zümre-i Naci” olarak tanımlarlar. Zümre-i Naci, seçilmiş ya da kurtarılmış kavim demektir.

3. Yahudiler de, Aleviler de tavşan eti yemezler.

4. Aleviler atalarını Şit Peygambere dayandırırlar. Şit Peygamber adı yalnızca Tevrat’ta geçer ve bu motife başka tek bir İslâmî akımda rastlanmaz.

5. Hacı Bektaş’ın bilinen on atasından altısının adı Tevrat’tan alınmadır.

6. Aşkenaz Musevileri de, Aleviler de ayinlerinde müzik kullanırlar. Eski Ahit’e göre Nuh’un oğullarından Sam Yahudilerin ve Arapların, Yafes Türklerin atasıdır. Yafes’in bir torununun adı da Aşkenaz’dır! Bu gerçek, “Aşkenaz, Alman Yahudilerine verilen addır” savını geçersiz kılar. Çünkü Yafes’in torununa “Aşkenaz” adını verildiğinde Almanya yoktu! Yahudi tanımı dinle birlikte ırkı da kapsar. Musevi tanımı ise, İbrani olmadıkları hâlde Musa’nın yoluna girenleri tanımlar. O hâlde Aşkenazlar, Aşkenaz’ın, yani Yafes’in, yani Türklerin soyundan gelme Musevilerdir.
7. Aleviler birbirlerine “can” derler; Tevrat’ın Tekvin bölümünde de Yakup’un oğullarına “canlar” denmektedir.

8. Yahudiler, kurallarına uymayanlara “Herem” cezası verirler. Bu cezanın en ağırı, cezayı alanın Yahudi toplumundan dışlanmasıdır. Alevilerdeki Düşkün ilânı bu cezanın tam tamına aynısıdır.
9. “Musa ile Tur dağında Ali’yi gördüm Ali’yi” çok bilinen bir türküdür; ama şu sorunun sorulduğunu duymadım: “Neden Tur dağında Musa, Ali ile görülmüştür?”

10. Hazarya’da bulunan Yahudi mezar taşlarına ve kale tuğlalarına kazınan Kayı damgasına benzeyen işaretleri de anımsatmalıyım.

11. Musevilikteki Mesih kavramı, Mehdi adıyla Alevi inancına girmiştir. Böyle bir kavram, Kuran’da ve Sünni Müslümanlıkta yoktur.

Bu kanıtlardan birkaçı sonuç üretemez; ama tarih bilgisiyle ve yerel tanıklıklarla desteklenen bu ilişki-benzerlik-aynılık zinciri, şu hükmü haklı kılar: “Anadolu Alevilerinin etnik kökeni Kayılara, dinsel-inançsal kökenleri Museviliğe ve Şamanlığa dayanır.”

Musevilikle Alevilik arasındaki bu benzerliklere dayanarak sonuç çıkarmak analoji midir? Tüm inanç sistemleri arasında benzerliklere bakarak yapılacak bu nitelendirme ilk bakışta haklı görülebilir. Ama onca yoğun benzerlikler, tarihsel verilere dayanarak değerlendirilirse “Analoji” savının haksızlığı ortaya çıkar ve bu benzerlikler “destek kanıtlar” niteliği kazanır.

Anadolu’ya akan Hazarlar belki de orada yeni bir inanç ilhamıyla karşılaştılar. Öte yandan Anadolu halkı Platon’un Tanrı kavramı hakkındaki düşüncelerini biliyordu. Bunun en somut kanıtı, Mevlana’nın Mesnevi’sidir.

Anlaşılıyor ki, Bizans’ın kılıç zoruyla Hıristiyanlığı kabul etmiş görünen, ama Platonculukla beslenerek kadim inanışlarını sürdüren yerliler, doğaya ve özgürlüğe âşık Türklerle kaynaşınca onların sentezine katkı sağladılar; bu sentezde kendilerini buldular. Bazı araştırmacılara göre Anadolu’da kadim zamanlardan kalma Türk unsurlar vardı ve bunlardan çoğu Hıristiyan gibi davransalar da Hıristiyanlığı kabul etmemişlerdi. Alevilik, en başta onlar arasında biçimlenmiş olabilir. Bu olgulara dayanarak şu sonuca varabiliriz:
Anlaşılıyor ki, Bizans’ın kılıç zoruyla Hıristiyanlığı kabul etmiş görünen, ama Platonculukla beslenerek kadim inanışlarını sürdüren yerliler, doğaya ve özgürlüğe âşık Türklerle kaynaşınca onların sentezine katkı sağladılar; bu sentezde kendilerini buldular.

Bazı araştırmacılara göre Anadolu’da kadim zamanlardan kalma Türk unsurlar vardı ve bunlardan çoğu Hıristiyan gibi davransalar da Hıristiyanlığı kabul etmemişlerdi. Alevilik, en başta onlar arasında biçimlenmiş olabilir. Bu olgulara dayanarak şu sonuca varabiliriz:

“Alevilik, farklı inançların Anadolu’nun bilgelikle dolu kucağında ve Türkmen gönlünde harmanlanarak insanlığa armağan edilen sevgi yoludur; aynı zamanda yaradılışın kulaktan kulağa aktarılan sırlarını kendi içinde gizleyen muhteşem bir bilgi yumağı, adeta ilâhi bir senfonidir.”

Haber Revizyon: Alevilerin “Kayı” boyuna mensup olduklarını söylüyorsunuz. Osmanlı Devletini kuran aile de Kayı boyundandı. O hâlde…

Cahit Ülkü: Konuya bazı tarihlerde, örneğin Gibbons’un “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu” adlı eserinde ayrıntıları verilen öyküyü aktararak girmek istiyorum: Osman Gazi geceyi bir zahidin evinde geçirir. Uykuya dalmadan önce ev sahibi odaya girip rafa bir kitap koyar. Osman kitabın unvanını sorunca, ‘Kuran-ı Kerim,’ yanıtını alır; sonra ‘İçinde ne var?’ diye sorar. Yanıt şudur: “Peygamber Muhammed aracılığıyla cihana gönderilen Tanrı sözü!” Yani Osman, Kuran’ın içinde ne olduğunu bilmediğine göre o vakte dek Kuran’la tanışmamış; kimse onu Kuran’la tanıştırmamış! Büyük olasılıkla çevresi de Kuran’la tanışmamıştı. Soralım: Kuran’ın içinde ne olduğunu bilmeyen Müslüman olabilir mi?

Hayatında Kuran görmemiş Müslüman, “Bu Kuran’dır,” dediğimizde “Bunun içinde ne var?” diye sorar mı? Bence sormaz, saygı duruşuna geçer.

Haber Revizyon: Peki, “Osman” İslami bir ad değil mi?

Cahit Ülkü: Osman’ın adı önceleri Ataman ya da Otman idi. Ertuğrul Bey’in kendisi, ataları ve oğulları hep Türk adları taşıyorlardı. Osman’ın dedesinin adı Gündüz Alp, amcalarının adları Sungur Tekin, Gündoğdu, Dündar; kardeşlerininki Gündüz ve Saru-Yatı Savcı, ilk oğlununki Orhan, sonrakilerin ise Çoban ve Pazarlu idi.
Ertuğrul Bey’in geleneği çiğneyip bir oğluna Arap adı vermiş olması akla hiç de uygun değildir.

Bu gerçekler, Osmanlıların Kayı boyundan, atalarının Hazar ülkesinden gelmeleriyle ve Kuran’ın içinde ne olduğunu bilmemeleriyle birleşince, o dönemde Osman Gazi’nin Müslüman olmayıp Alevi olduğu gerçeğiyle karşılaşırız.

Haber Revizyon: Bu savınızın başka dayanakları var mı?

Cahit Ülkü: Elbette var; örneğin: Dönemin beyliklerinde durmadan cami-mescit yapılırken Ertuğrul ve oğlu Osman tek cami yaptırmamıştı. Bu, küçük bir beyliğin maddi olanaksızlığına bağlanamaz. Çünkü imkânları daha kısıtlı beyliklerde o yıllarda birçok cami yapılmıştır. Oysa ilk Osmanlı camiini, 1337 yılında Orhan Gazi yaptırmıştır.

Bursa’daki Etz-Ahayım Sinagogu, Bursa’nın fethini izleyen günlerde, yani ilk caminin yapılmasından on bir yıl önce, o sıralarda Osmanlı soyu tek cami yaptırmamışken Orhan Bey’in emri ve izniyle yeniden yapılmıştır. İlginç nokta Etz-Ahayım’ın “Hayat Ağacı” anlamına gelmesidir. İlginçtir, çünkü Hazarların önemli simgesi, kökü yukarıda Hayat Ağacı’dır!

Hacı Bektaş ve kardeşi Mintaş, Baba İlyas taraftarıydı. Baba İlyas isyanında Mintaş öldürüldü; Hacı Bektaş kıyımdan kaçıp Kara Öyük’te münzevi bir yaşam sürdü. O sırada yanında Osman’ın kayınpederi Ede-Balı vardı ve Ede-Balı, Baba İlyas’ın müridiydi. Yani Ede-Balı, Alevi idi ve Hacı Bektaş’ın isyana katılmasını önleyen kişiydi. Ede-Balı’nın bu işlevi Selçuklular tarafından iyi bilindiği için Selçuklular ona ve damadı Osman Gazi’ye yakın davranmışlardır.

Baba İshak, Hacı Bektaş’ın düşüncelerini biçimlendirmiştir. Bu ilişki, Hacı Bektaş’ın Alevi olduğunu gösteriyor. Üstelik Alevi olmasaydı kardeşinin Alevi devleti kurmayı amaçlayan başkaldırıda ne işi olacaktı? Hacı Bektaş’a atfedilen “Makalat” adlı eser, bu görüşü destekler. Esere göre Selçukluya isyan eden Baba İshak, Alevi devleti kurmak için ondan destek istemiştir. Böyle bir destek, hariciden istenir mi?

Osman Gazi, Alevi babalarıyla ilişki içindeydi. Sarı Saltuk Erenler’in Osman Bey’i Hacı Bektaş’a götürdüğü de kaydedilmiştir. Hatta kimi kaynaklara göre Osman Bey’e adını Hacı Bektaş’a yakın bir veli vermiştir.

Haber Revizyon: Osman Bey Alevi idiyse, sonradan neden Müslüman adı alıp Sünniliği seçti?

Cahit Ülkü: Çünkü Alevilik, devlet yönetmeye elverişli inanç sistemi değildi. Üstelik Anadolu’nun batısında Sünnîler yaşıyordu. Osman Bey ise göz diktiği beyliklerle mezhep savaşı yapıyor görüntüsü vermeyecek denli akıllıydı.

İzninizle şimdi de ben, size ve okurlarınıza bazı sorular sormak istiyorum:

-Yeniçeri Ocağı’na neden Hacı Bektaş pir olmuştur?

-Hacı Bektaş’ın soyundan gelenlere “Çelebi” denir. Uzunca süre Osmanlı şehzadelerine “Çelebi” denmesinin nedeni nedir?

-Yavuz Sultan Selim, neden Hz. Ali’nin Zülfikârını, yani “çift uçlu kılıcını” sancağına koyuyor?

Gerçekte Hz. Ali çift uçlu kılıç kullanmamıştır ve bu çift uçlu kılıç İncil’den alınmış Alevi sembolüdür.

-Kanuni’nin annesi Hafsa Sultan, Manisa’daki camisinin kubbesine neden Davut’un mührünü işletiyor?

-Barbaros Hayrettin Paşa’nın bayrağında neden Davut’un mührü var?

Hz. Davut’un peygamberliğini Müslümanlar da kabul ettiklerinden mi onun mührü bu denli yaygındı?

Diğer bulgular olmasaydı, bu soruyu “Evet” diye yanıtlardım; ama aynı soru başka unsurlarla birleşince değişik bir anlam kazanıyor.

Bu soru yağmurundan şu sonuç çıkar: Osmanlılar ve Alevilerin büyük kısmı Kayı boyuna mensuptular. Kayı boyunun bir bölümü Hazar İmparatorluğu sırasında Musevilik anlayışını benimsemişti. Kayı boyundan gelen Osmanlılar ise başlangıç döneminde Müslüman olmayıp Alevi idiler.

Haber Revizyon: Bu konuda söylemek istediğiniz başka şeyler var mı? Ayrıca Alevilik neden bugünkü konumuna geldi?

Cahit Ülkü: Aslında bu konu başlı başına bir araştırma ve söyleşi konusu. Ama şimdilik şu görüşlerimi ekleyebilirim:

Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Anadolu’dan abdallar, babalar, dervişler Rumeli’ye aktılar ve Osmanlı’nın Rumeli’de tutunmasını sağladılar. Neredeyse tüm tarihçiler, Anadolu’da yaygın olarak bulunan “Hetorodoks sufiler” in kuruluşta temel bir işlev üstlendiklerini söylerler, ama onlara gerçek adlarını nedense bir türlü koymazlar da “Abdalan-ı Rum” ya da “Dervişan-ı Rum” deyip geçerler!

Tarihçilerin bu isimle nitelendirdikleri kitleler ve Katalanına, Rum Tekfuru’na, Balkan halkına Nizam-ı Âlem’in iksirini tattırıp onları saf Osmanlı yapanlar Alevilerdir. Hatta Osman’ı Osmanlı yapan Alevilerdir. Ama çok kimse onlara “Bektaşi” diyor; dervişler, babalar deyip yüzeyde kalıyor. Oysa o yıllarda Bektaşilik kurumsallaşmamıştı; yani ortalıkta böyle bir tanım yoktu.

Aleviliğin bugünkü durumu ülkemiz için olduğu kadar dünya için de kayıptır. Bütünüyle erdemli olmaya, arınmaya, sevgiye, kardeşliğe dayanan bu dinlerüstü hümanist inanç, Melikof’un işaret ettiği gibi şaşırtıcı bilgiler de içeriyor.

Gelelim sorunuzun ikinci bölümüne… Peki, Alevilik, neden bugünkü durumuna geldi?

Alevilere göre takiye meşrudur. Zulümden kurtulmak için kimi zaman Sünnî, Şiî, bazen de Kürt gibi görünürlerken, zamanla çok kimse göründüğü gibi olarak asimilasyona uğradı. Bir yandan da, Aleviliğin özünü sakatlayan unsurlar sistemlerine girdi, böylece değişik özellikler gösteren Alevi grupları ortaya çıktı.

Aleviler, takiyelerini Sünnîlerin zulmüne bağlarlar; Nesimi’nin derisinin yüzülmesini, Pir Sultan’ın katledilmesini; Yavuz’un, Kuyucu Murat’ın katliamlarını kanıt gösterirler. Oysa ilk iki cinayet bireyseldir. Hele Pir Sultan Abdal, şiirlerinde Kanuni’ye ağır hakaretler yağdırmış, halkı açıkça isyana çağırmıştır. Yani onlar Alevi oldukları için değil, devlete kafa tuttukları, halkı isyana çağırdıkları için idam edilmişlerdir. Kuyucu Murat Paşa’nın katliamı yalnızca Alevilere değil, Anadolu Türklüğüne yönelikti ve bu isyanlar, katliamlar, devşirmelerle Türkler arasındaki kavganın sonuçlarıydı. Yavuz, yalnızca Alevileri değil, Mısır’da Sünni Türkmenleri de katletmiştir.

Haber Revizyon: Türk basınında ilk kez bu kapsamda yer alan bu açıklamalarınız için size teşekkür ederiz. Son sorumuz şu olacak: Alevi-Musevi ilişkisi ve Osmanlıların inançsal kökenleri konularında yaptığınız açıklamaların bugüne yansıyan sonucu olsa gerek. Bu sonuç hakkında kısaca söyleyebileceğiniz şeyler var mı?

Cahit Ülkü: Elbette var. Ama bence en önemli ve göz ardı edilmiş sonuç şu: Bazı tarihçiler, ilk Osmanlı hükümdarlarının Anadolu’da yeni bir ırk yaratma politikası güttüklerini söylüyorlar. Irkçılığın ve milliyetçiliğin olmadığı bir devirde kuşkusuz “yeni ırk” kavramından söz edilemez. Onların yaptıkları şuydu: “72 milleti bir görmeyen halka müderris olsa da hakikate asidir!” felsefesiyle yetişen Alevi Osmanlılar, bir zamanlar benimsedikleri ve kuşkusuz kişiliklerinin şekillenmesinde birincil etkisi olan inançlarının yönlendirmesiyle ve eski tabirle kavmiyetçiliğin sonu olabilecek bir davranış sergileyerek sadece insan bakışlı, insan merkezli bir toplum düzenini daha o çağda yaratmak istediler. Bunu başardılar da. Onları bu ideale yönlendiren temel etken ise geçmişlerindeki aidiyetleriydi. Yüzyıllarca, özellikle Balkanlarda, insanları barış içinde bir arada tutan harcın ana malzemesi işte buydu.

Dolayısıyla bu sonuç, tek ırka mal edilemez, çünkü bu sonuç, her inanç ve etnik kökenden gelen insanların, yani hepimizin, yani Avrasya milletinin ortak eseridir. Bizler, birlikte ve tekiz, ortaya koyduğumuz esere hep birlikte sahip çıkmak zorundayız.

Anadolu Musevileri ile Anadolu Müslümanları arasındaki çok kuvvetli etnik ve tarihsel bağ, İspanya’dan sürülenlere II. Bayezid’in kucak açmasıyla kurulmuş değildir; tam tersi bu kucak açma, öteden beri sürüp gelen kardeşliğin, adeta aynı ve tek olmanın doğal sonucudur. Bence sizlere sunduğum araştırmanın bugüne yansıyan ve ne yazık ki üzerinde pek durulmamış en önemli sonucu işte budur.

haberrevizyon aralık 2012 cahit ülkü 1 haberrevizyon aralık 2012 cahit ülkü 2 haberrevizyon aralık 2012 cahit ülkü 3 haberrevizyon aralık 2012 cahit ülkü 4 haberrevizyon aralık 2012 cahit ülkü 5 haberrevizyon aralık 2012 cahit ülkü 6 haberrevizyon aralık 2012 cahit ülkü 7 haberrevizyon aralık 2012 cahit ülkü 8

 

 HABER REVİZYON DERGİSİ ARALIK 2012 

 

Bir cevap yazın