Murat Aktürk – 1071

Hepimizin bildiği bir yıldır 1071. Alpaslan komutasındaki Selçuklu ordusunun, kendilerinden çok daha kalabalık, Romen Diyojen’in Bizans ordusunu Malazgirt’te bozguna uğratarak Anadolu’yu yurt edinme sürecinin başlaması tarihidir.

O güne kadar, Anadoluda yerleşik olan kavimlerin büyük bir çoğunluğunun hiristiyan olduğunu düşünürsek, yeni efendilerinin henüz daha şaman unsurlarını kaybetmemiş Müslümanlar olması onların neden ciddi bir telaşa düştüklerini çok iyi anlatır. Zaten bu nedenle de, ilerleyen yıllarda, Bizansın düşeceğini öngören Avrupalı krallıklar ve Papalık, Türkleri durdurmak amacıyla; Haçlı Seferlerini başlatmış, 1095’den 1272’ye dek dalgalar halinde beyhude dokuz sefer düzenlemişlerdir.

Coğrafi konumu ve verimli toprakları nedeniyle insanlık tarihi boyunca sayısız kavim ve uygarlığın kimi zaman evi, kimi zaman da geçiş yolu olan Anadolu, Selçuklularla asimile olup bir Türk ve Müslüman diyarı haline günümüze gelmiştir.

Her ne kadar, bu yeni, Orta Asyalı halkın kültüründe güçsüze ve mazluma karşı sonsuz bir hoşgörü olsa da, Türk’e ve müslümana dönüşen toplumların kimi bireylerinin genlerinde bir Türk düşmanlığı oluşmuş ve zamanında uyanmak üzere uykuya yatmıştır.

Söz gelimi, beyliklere ayrılmış Selçuklulardan Kayı boyu, daha sonra Osmanlı Devleti olarak, tüm Türk Beyliklerini tarihten sildikten ve Istanbul’u fethedip yeni Bizansı bünyesinde oluşturarak; bir imparatorluk haline gelirken Türk unsurlar aşağılanmaya başlanmış, ordularının asıl vurucu gücü olan yeniçeriler; devşirmelerden tedarik edilmiştir.

Bütün Osmanlı yüzyılları boyunca, Avrupalılarca Türk olarak anılmasına karşın, padişahların kulları haline dönüştürülen halk, Türklüğünün bilincinden uzak, kimi zaman devletin zorbalığı, kimi zaman da isyancıların ve yöresel eşkiyanın zulmüyle başbaşa kalıp, kulluğun gereği olan kaderci ve güce boyun eğici bir ümmet karakterine bürünmüştür.Bu durum, “Ülkeniz sizindir, Türklerindir. Bu ülke, tarihte Türk’tü bugün de Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır” diyen ulu Atatürk’ün ulusuna kimliğini yeniden kazanma gayretlerine dek sürmüştür.

Osmanlının, önceleri Arap ve İran hayranlığıyla yetiştirdiği elit zümrenin, imparatorluk zayıfladıkça Batıya düşkünlüğü içinde, gene kendi öz değerlerinin farkında olmadan geliştirmeye çalıştığı devşirme kültür, yüce Atatürk’ün devrimlerini teker teker gerçekleştirirken, eğitim konusunda; “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye’nin istikbaline, kendi benliğine, millî an’anelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir” sözleriyle ulusal karaktere bürünmüştür.

Ancak, Osmanlının kalıntılarından onurlu bir Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti de, tarihten gelen, içi kin ve nefret dolu ihanet kadrolarının sadece pasivize olmasını veya yeni oluşan burjuva sınıfı içinde kendilerini işbirlikçi olarak göstermelerini sağlayabilmiştir.

İlerleyen yıllarda, çağa ayak uydurma ve uluslararası arenada kendilerini gösterme çabasında olan, özünde vatansever ama Atatürk Devrimlerinden gittikçe uzaklaşan hükümetlerin marifetleriyle dışarda bağımlı, içerde de “her mahallede bir milyoner” sloganıyla yola çıkılan daha sonraları da “köşe dönücü” hale bürünen salt kişisel çıkarlarıyla hareket eden zümrenin toz bulutu içinde at izi, it iziyle karışmış ve içi yüzyılların kini ile dolu olanlar var güçleriyle Atatürk Devrimlerine karşı hareketler içinde yer almışlar, daha çekingen olanları da bu devrimlerin yozlaşması için tüm olanaklarını kullana gelmişlerdir.

Yüce Atatürk’ü anlamadan putlaştırma gayretleriyle yeni nesillere Atatürk bıkkınlığı yaratılmış ve gene Atatürkçülük kisvesi altında türlü yolsuzluk ve adaletsizliklerle Türk ulusunun bu yüce değeri yok edilmeye çalışılmıştır. Hatta yurtdışı kaynaklı 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleri bile Atatürk’ün adı kullanılarak yapılmıştır.

Bu arada, Atatürkçülükle özleştirilen, ama özünde bu düşünceyle taban tabana zıt olan , laikliği bile “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” zihniyeti içinde yorumlayan, kısa vadeli çıkarlarını ülkenin çıkarlarından çok üstün gören zihniyetlerin hakim olduğu yönetimler, kendilerine karşı oluşan yeşil sermayenin oluşmasına duyarsız kalmışlar ve şu son on yılda da bu sermaye ve iktidar gücünün kuvveti altında ezilmeye ve dönüşmeye başlamışlardır. Her ne kadar için için kinlenseler de bu günkü iktidara, susmanın bedelinin kendi güdükleşen gemilerinin yürümeye devam edeceği bilincinde oldukları aşikardır.

Ekonomi ve sosyal yaşamdaki bu ulusal benlikten uzaklaşma, başta edebiyat olmak üzere diğer sanat kollarının isim sahibi kimi kişilerinde, ülkeyi var eden geçmişe karşı eleştiri ve günümüz düzenine cahilce yaltaklanma şeklinde alışkanlıklara dönüşmüştür.

Amerikada yaşamını sürdüren Fetullah Gülen’in manevi oğlu Eyüp Can Sağlık ile evli yazarımız Elif Şafak’ın “Baba ve Piç” ( The Bastard of Istanbul) isimli kitabının 65. sayfasındaki “… Sen kalk gel Orta Asya’dan, dal dosdoğru Anadolu’nun bağrına, sonra bir bakmışsın her yerdeler! Orada yerleşik olan milyonlarca Ermeni’ye ne oldu peki? Asimile edildiler! Eridiler! Yetim bırakıldılar! Sürüldüler. Mal mülklerinden oldular!” cümleleri ve benzerleri nedeniyle mahkemelik olmasına karşın, zamanın Dış işleri Bakanı Abdullah Gül’ün girişimleriyle beraat ile sonuçlanması ilginç bir örnektir.
haberrevizyon kasım 2013 murat aktürk 1 haberrevizyon kasım 2013 murat aktürk 2 haberrevizyon kasım 2013 murat aktürk 3

HABER REVİZYON DERGİSİ KASIM 2013

 

Bir cevap yazın