Türlü siyasi, hamasi ve dini söylemlerle ezici bir çoğunlukla on bir yıl önce iktidara gelmiş olan siyasi gücün sonunda ne denli bir bataklığa saplandığının gözler önüne serildiği günleri yaşar olduk.
Cumhuriyet tarihimize şöyle bir göz attığımızda; Yüce Atatürk’ümüzün zamanındaki siyaset ve devlet kadrolarında, saltanatı ve hilafeti yıkmış, Kurtuluş Savaşını gerçekleştirmiş kişilerin gururlu ve onurlu tavrı ve gene bu duygulardan hareketle sonsuz bir özveri, çalışkanlık ve dürüstlükle yeni kurulmuş Cumhuriyetlerinin başarısı için çalıştıklarını görürüz.
Bu durum, Atamızın ölümünden sonraki İsmet Paşa döneminde de devam etmekle birlikte, palazlanmaya başlayan burjuvazi, İkinci Dünya Savaşı karmaşası, bu savaştan sonra galip devletlerden Sovyetler Birliğinin bizden Kars ve Ardahan’ı istemesiyle başlayan kominizim alerjisi, böylece başlayan ecmayin guruplara biraz daha hoşgörülü davranma, çok partili siyasi yaşama geçiş ve halkın sürekli uygulanmakta olan kemer sıkma politikasından sıkılması ( halbuki, genç Cumhuriyetimiz, Osmanlının yedi düvele olan borçlarını üstlenmiş ve hepsini, tek kuruşuna kadar bu dönemde de ödemeyi sürdürerek bitirmiştir) nedenleriyle o ilk günlerdeki heyecan azalmış ve ağır bir yenilgiyle iktidarın Demokrat Partiye geçmesiyle sonlanmıştı.
Halkın büyük umutlarıyla iktidara gelen Menderes hükümeti, ilk yıllarındaki permormansını devam ettiremeyip, yurtdışında Amerika eksenine girmiş, içerde de, rüşvet, baskı, yolsuzluklar ve keyfi uygulamalarla Cumhuriyetin, o güne kadarki devlet anlayışını deforme etmiş ve sonunda da 1960 ihtilaliyle tarihe gömülmüştür.
Takip eden o yıllarda, ülke genellikle sağ iktidarlarca yönetilmiş, bu arada gençliğin içindeki devrimci dinamikler harekete geçmiş ve iki kez askeri darbelerle, toplumun genel anlayışı değiştirilerek, daha oportunist ve adam sendeci tavırlar ortaya çıkmıştır.
Bu darbelerden sonra gelen Turgut Özal dönemi ve onu takip eden iktidarların prens, papatya ve yandaş şürekası devletin içini boşaltmakta, bankaları batırmakta ve kendi adamları olan iş çevrelerine büyük çıkarlar sağlamakta hiç bir sakınca görmemişti.
İşte, AKP iktidar ve Tayyip Erdoğan Başbakanlığı, 2002 yılında, ülkede böylesine bir siyası yozlaşma ve ağır bir ekonomik kriz varken iktidara geldi.
Geçen onbir yıl içinde, içi boş tavırlarla ve Amerikanın yönlendirmesiyle, dünya siyasetine yön verme çabaları bir dizi fiyaskoyla devam edegeldi. Atamızın, “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi çiğnenerek, yabancı ülkelerin, vezir rolü yapan bir piyonu haline geldik. Ne İsa’ya, ne de Musa’ya yaranır olduk. İktidar, büyük Ortadoğu eşbaşkanlığı rüyası bitimiyle, Batının keyfi oyunlar ve isteklerini gerçekleştiren bir kuklaya dönüştü.
Arkasına cemaati alıp da iktidara gelenler, devlet kadrolarını neredeyse tümüyle değiştirerek laik geleneği bozdular. Ergenekon ve Balyoz davalarıyla orduyu zayıflattılar. Ordudaki bu zaafiyeti, polis gücünü artırarak, ülkeyi bir polis devleti haline getirdiler. Ama ne hikmetse, polisin asıl görevi olan, vatandaşın can ve mal emniyetini de ağırlıklı olarak özel güvenlik sürüsüne bıraktılar. Tüm vatandaşlar, sanal ortamlarda izlenir, elektronik olarak gözlenir ve mahremiyet olmaksızın dinlenir oldular.
Her il’e, alt yapısız da olsa bir üniversite açarak ve bu yetmezmiş gibi ülkeyi bir özel üniversiteler cennetine dönüştürerek, köklü ve dünya çapındaki bilim yuvalarımızdaki öğretim üyelerimizi dört bir tarafa dağıtarak eğitimi baltaladılar. Liselerideki eğitimlerin yetersizliği nedeniyle öğrencilerin yüksek okullara gimesi için dershaneleri şart haline getirdiler.
Duble yollar, birer peşkeş aracı oldu, milyonlarca gelişmiş ağacın katli, sahillerin halktan koparılması ve hem akaryakıt hem de trafikte kullandığımız araçlar bakımından çok daha fazla dışa bağımlı olma pahasına.
Şehirlerimizde, özellikle de büyük metropollerdeki yeşil alanlarımız TOKİleştirildi, AVMleştirildi. Ancak, bunun yanı sıra, yol kenarlarındaki yeşil alanlarımızın makyajları güzelleşti, hak yememek gerek. Ormanlarımız, siteleşti, yeni ulaşım yolları için kelleşti. Kentsel dönüşümle, mahallelerimizin karakteri bozuldu, karaktersiz oldular.
Para el değiştirdi, kendi zenginlerini yarattılar. Artık dört çeker arazi araçlarına yeni burjuvalar biniyor. Yandaş sermayenin hızlı ve sınırsız zenginliği uğruna pek çok kanun çıkarıldı, öyle ki, Özal’ın ruhuna rahmet okumaya başladık.
Devletin elinde, neredeyse satacak birşey kalmadı. Gariptir, alıcıların çoğu yabancı yatırımcılar ve yaptıkları bu alış verişten hemen sonra, yatırımlarının değerlerini katlayarak yeni alıcılara satabildiler.
Toplumsal barış göz boyamasıyla, ülke, neredeyse bölünmeyle karşı karşıya geldi ama, gene de barış sağlanamadı. Van’da çocuklar soğuktan ölüyor, Uludere’nin hesabını da kimse vermiyor. Ama İmralıdaki, yakalandığında yalvararak ve kendini kurtarmak için devletin bir hizmetkarı olmayı dilenmesi, bugün, devlete icazet verir hale gelmesine dönüştü .
Uydurma ve düzmece delillerle sanatçı, bilim insanı, gazeteci, üst düzey asker ve siyasetçiler tutsak edilerek, halkın genelinin içine korku saldılar. Biber gazı, polisimizin iletişim aracı oldu.
Yandaş basın yaratıldı, vicdanının sesini dinleyerek yazıp konuşan gazeteciler işlerinden oldular. Televizyonların, yarışma ve şov programları, magazin, spor ve penguen belgeselleri en tehlikesiz seçeneği haline geldi. Halkın haber alma özgürlüğü kısıtlandı.
Bu liste böylece uzayıp giderken, yaza merhaba dediğimiz geçen Haziran’da, Taksimdeki, aslında daha bakımlı ve güzel bir yeşil alan haline getirilmesi gereken Gezi Parkı’nın AVM’leştirlmesine karşı çıkan ateş, bir anda tüm yurda yayıldı. Artık tüm olanlara dur demenin zamanı geliyordu. T.C.’sine, bayrağına, Atatürk’üne, ülkesine ve bölünmez halkına sahip çıkan güç uyandı, dirildi ve direndi.
Yıllardan beri beklenen Son-Bahar sonunda geldi.
İktidarı paylaşan güçler bir çıkar ve diğerini yok etme savaşına girdiler. Bina yıkılıyordu ve doğaldır ki, kimse de altında kalmak istemiyordu. 16 Aralık günü ajanslarda patlayan üç bakanın oğlu, bürokratlar, işadamları ve banka genel müdürleri gözaltına alındı ve bazı bakanlar için de fezlekeler hazırlandığı haberleriyle, cemaat; hukuk ve emniyet mekanızmalarını elinde tuttuğunu açıkça gösterdi, karşı taraf da; milyonlarca dolarların saklandığı ayakkabı kutuları ve gemicikleriyle deşifre oldu. İktidarın, sayıştayı yok sayıp susturması bir işe yaramadı.
“Bir millette, özellikle bir milletin iş başında bulunan yöneticilerinde özel istek ve çıkar duygusu, vatanın yüce görevlerinin gerektirdiği duygulardan üstün olursa, memleketin yıkılıp kaybolması kaçınılmaz bir sondur.” diyor, Yüce Atatürk.
İnancım ve umudum odur ki, yetmişbeş yıldır, susturulamayan, yok edilemeyen, karalanamayan kurtarıcımız, Ata’mız, bizi gene düzlüğe çıkartacaktır.
Artık, tüm DNA’larımızdan biliyoruz ki, hepimiz birer Atatürk’üz. Ve yok sayılıp yasaklanan andımız, yeniden gelecek aydınlık günlerimizin heyecanını ruhlarımıza dolduracaktır.
“ Türk’üm, doğruyum, çalışkanım
İlkem:
Küçüklerimi korumak, büyüklerimi
saymak,
Yurdumu, ulusumu, özümden çok
sevmektir.
Ülküm:
Yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk;
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe,
Durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türk’üm diyene.”
2014 Hepimize kutlu olsun,esenlikler, yeni umutlar ve özgürlükler getirsin.