SOĞUK soğuk esiyordu lodos. Sarayburnu’ndan kalın bir iple kıyıya bağlanmış siyah, sarı boyalı küçük kayık bir sağa, bir sola sallanıp duruyordu. Üstünde ihtiyar biri; avurtları çökmüş, ensesi buruşuk… Yüzünün kanı çekilmiş, küçük mavi gözleri gömülmüş göz çukurlarına. Kayığın üstünde sallanıp duruyordu.
Gözleri uzaklarda, lodosun çırpıştırdığı denizi gözlüyordu. Sahilde bir tek o vardı. Başka balıkçılar, lodosun hırçınlığından olacak, çıkmamışlardı anlaşılan. Yağmur da çiseliyordu usul usul. Martılar yolcu vapurlarıyla uçuyordu. Yolcular, vapuru izleyen martılara simit kırıntılarını atıyorlardı. Yolcular da keyifleniyorlardı martıların ekmek kapma yarışına. Simit parçasının her yakalanışında yolculardan, “Bravo!” sesleri yükseliyordu. Kıyıdaki kayıkçı usulca mırıldandı kendi kendine. “Martılara bravo” diye söylendi.
“Kuşlara bravo, insanlara yok!”
Ayağa kalktı, denizi gözledi. Sonra aldı kürekleri, denize açılacak. Oturdu, küreklere davrandı. Arkadan “Selim! Selim!” diye bir ünleme duydu. Döndü sesin geldiği yöne.
“Ne var Ayvaz?”
“Nereye gidersin bu havada be ya?”
“Ne varmış bu havada?”
“Görmez misin, lodos denizi devirir bir o yana, bir bu yana?”
Elini salladı; “Olsun, lodos yeni mi esiyor İstanbul Boğazında?”
“Yapma Selim. Sen bugün eceline mi susadın?”
Bunun üzerine duraksadı, ellerini kenetledi, atladı, indi kayıktan, yürüdü, kıyıdaki parka çıktı, arkadaşının yanına geldi. Üstünü arandı, bulamadı aradığını.
“Bir sigara ver” dedi. Yaktılar sigaralarını.
“Neyin var yahu?”
Ses çıkarmadan sustular. Üsteledi arkadaşı. “Neyin var diyorum. Taş gibi susuyorsun. Garip bir huy var sende.”
“Şeyy” dedi, yutkundu.
“Oğlan bugün…” dedi.
Bugüne kadar dememişti böyle bir söz.
“Ne dedi?”
“ ‘Bak başının çaresine baba’ dedi.”
Gözleri yaşardı, hıçkırdı kesik kesik.
“Çocuklaşma be Selim. Sağlık olsun. Niye öyle söyledi ki? İyiydiniz.”
“Ben de bilemedim. O da daraldı geçim derdinden herhal. Sıkıntısı hiç dinmedi.”
“Nasıl dedi sana?”
“Dün akşam, evde çoluk çocuğun ortasında; ‘Baba, artık bak başının derdine’ dedi. Çok kötü oldum. Birdenbire elim, ayağım buz kesti. Sanki İstanbul yıkıldı üstüme. Karanlık soğuk sokaklarda yılkı kalmış gibi sandım kendimi. Yaş 65. Nereye giderim ben bu yaşta, nereye sığarım?”
“Haklısın yahu! Yani oğlan aklı başında biriydi.”
“Doğru. Şahin, biricik oğlum. Ben başka kimin yanına sığarım? Varımı, yoğumu, ömrümü ona verdim. Şurda elim, ayağım tutuyor. Gücüm yettiğince de eve ekmek götürürüm. Şahin niye birden bana yol gösterip, ‘Baba bak başının çaresine’ dedi? İçim yandı valla.”
“Doğrusun Selim, ama o kadar da takma.”
“Nasıl takmayım? Aha bu akşam eve gittiğimde, kırk yıldır açıp girdiğim kapı kapanacak yüzüme. Ne zordur, bilir misin? Düşündükçe vücudum buz gibi oluyor. Ben bu akşam ne yapacağım? ‘Baba, bak başının çaresine’ dedi. Hadi, al bakalım.”
Arkadaşı, balıkçı Selim’in yüzüne baktı kaldı. Onun yalnızlığını iliklerine dek özümsemiş olmalı ki, gözleri nemlenmişti. Balıkçı Selim, oğlu Şahin’in, “Baba, bak başının derdine” demesiyle belki de ömrünün son basamağında, sokağa konulmanın acısını, yalnızlığını, umutsuzluğunu doldurmuştu yüreğine boş bakışlarla avuçlarını ovalarken.
İstanbul’da dünya milenyuma “Merhaba” diyordu. Boğaz da, Sarayburnu’ndaki kıyıda küçük bir kayıkçı teknesiyle yaşama tutunmaya çalışan ihtiyar Balıkçı Selim’e.
HABER REVİZYON DERGİSİ NİSAN 2013