Bu iki kavram, başlangıçta birbirlerinin ayrılmaz kankalarıdır. Ama hep birbirlerine çelme takarlar.
Biri yorulunca öteki devreye girer.
Yorulana destek ve moral verir, gelecek günlerin tablolarını çizer.
Ancak bu ikili ortaklıkta, temelde yanlış olan bir şey vardır.
Aslında ikisi de birbirinin celladıdırlar.
Bir örnekle açıklamaya çalışalım: Güneydoğu’da onlarca köyü olan bir ağa varmış.
Köylüler sırayla gruplar halinde, Cuma günleri ağayı evinde ziyarete gelirlermiş.
Ağa gelenlere gücünü göstermek ve zenginliğini kanıtlamak için, onları yemek başında karşılarmış. “Hoş geldiniz Halil İbrahim sofrasına” dedikten sonra, bir yandan lokmaları yutar, öte yandan sohbet edermiş.
Bunu bilen ağanın bir arkadaşı: “Bu durum bana pek içten gelmiyor, arada bir onlara da ikramda bulunsan” deyince, ağa: çokbilmiş bir tavır ve arkadaşını küçük gören bir bakışla ona: “Sen ne diyorsun ya, değil sofraya oturtmak, bir lokma bile bu yemeklerin tadına varsalar, oturduğum şu malikâneyi başıma yıkarlar” diye yanıt vermiş.
Burada ağanın iki tür akıl yöntemi var.
Biri ziyaretçileri kabul ederek, onlara dostmuş gibi davranmak.
Öteki hiç kimsenin kabul edemeyeceği kadar bir ihtirasın hem yaratıcı hem tutsağı olmak.
Burada şu soruyu sorabiliriz:
Hangisi kazanacak?
Evrensel tarihin yanıtı tektir. İhtiras tarafından tutsak alınan aklın eli ayağına dolaşınca, gene tekmeyi ihtirastan yiyecektir.
Aklın da tek başına yaptırım gücü olmadığından, bu tür doyumsuz ihtiraslar ve maceracılar mutlaka tarihin derinliklerine gömüleceklerdir.
Bu tarihin en büyük dersini anlayamamanın nedeni ise, kişi psikolojisinin derinliklerinde gizlidir.