“Demek Alabanda sinemada?” diye sordum. “Ama Alabanda Revüsü değil!” dedi; “Sinemadaki adı Alabanda Müzikali” olacak. Çok heyecanlıydı. Kuzguncuktaki yalının Boğaz’a bakan salonunun deniz üzerine düşen şahnişindeki bir koltuğu göstererek oturmamı istedi. Sonra usul adımlarla köşedeki antika gramofonun yanına gitti ve kütüphanenin kenarındaki taş plaklardan birini alarak dinletmeye başladı.
Taş plaktan yükselen müzik bizi 1942’lerin İstanbul’una götürmüştü. Şehzadebaşı’nda Ferah Tiyatrosu’nda Türkiye’de sergilenen ilk revü. Revüyü Muhsin Ertuğrul yönetmişti. Daha sonra Avrupa’dan Türkiye’ye gelen bazı truplar birtakım revüler sergilemişse de konu ve müzik açısından beğenilmemiş, yeterli ilgiyi görememişlerdi. Gramofondaki taş plak susunca küçük bir resim çıkardı. “Bu, dedi, Tepebaşı Belediye Bahçesi sahibi Muhittin Öztuna. İstanbullulara şimdiye kadar hiç görülmemiş zenginlikte bir revü sahneye koyma kararı almış. Revüyü Ekrem Reşit Rey yazmış ve kardeşi Cemal Reşit Rey bestelemiş. Türk musikisi kısımlarını ise Sadettin Kaynak bestelemiş. Daha da ilginci Safiye Ayla yaşamında ilk ve son kez olarak bir sahne eserinde rol almış ve şarkılar söylemiş. Revüdeki roller İstanbul Şehir Tiyatrosu sanatçılarından Hazım Körmükçü ve Muammer Karaca tarafından paylaşılmış. Daha sonra Tevhit Bilge de sanatçılar arasında yer almış. Danslar Şehir Tiyatrolarından MissBreit adında bir İngiliz tarafından yönetilmiş.
Dekorları Zemayer hazırlamış. Revünün rejisörlüğünü Ekrem Reşit Rey üstlenmiş.
22 Haziran 1942 pazartesi akşamı o güne dek görülmemiş bir yoğunluktaki izleyici eşliğinde revü gösterisini tamamlıyor. Cemal Reşit Rey ve daha sonra Yango Mergen tarafından yönetilen orkestra eşliğinde on iki kişilik bale grubu, on figüran, on beş milli oyunlar için Anadolu’dan gelen sanatçılar ve yirmi değişik rollerdeki oyuncular sahnede yer alıyorlar. Orkestra ve saz heyetini oluşturan müzisyenlerin sayısı ellinin üzerinde. Oyun dörtbuçuk ay kapalı gişe oynuyor ve uzun bir süre beğeniyle gösterisini sürdürüyor.
Daha sonra karşımdaki koltuğa oturarak şöyle diyor : “Müzikallerin sinemaya kattığı renk her zaman büyük bir değer kazanmıştır”. ‘Ray’, ‘WalkTheLine’ ve daha niceleri müzikallerin sinemadaki önemini vurgulayan yapıtlar olmuştur. Örneğin ‘TillTheCloudsRollBy’ besteci JeromeKern’ün yaşam öyküsü. Alabanda da öyle. “Alabanda Müzikali Projesi’nin Türk Sineması’nda yeni bir hamle yaratacağına inanıyorum. Geçmişten geleceğe bir köprü oluşturacak. Ve inanın bu köprünün üzerinden pek çok insan geçecek.”“Bu projenin gerçekleşmesini diliyorum” dedim. Türk Sineması için yapılacak her seviyeli hamlenin halkımıza yansıyacak mutluluğu içinde…
“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer”: Facebook’a eski Çengelköy’le ilgili birkaç resim koymuştum. Mersin’e yerleşen çocukluk arkadaşım ressam Mehmet Ali Meriç kinayeli bir not düşmüş. Diyor ki: “Kapyalı yine hayata dikiz aynasından bakıyoruz”. Bugün dünden daha iyi olsa benimkine belki o zaman nostalji denirdi. Ama öyle mi? Zaten sürekli ön camdan bakmakta ve “hal-i pür melâlimizi” (sıkıcı, utanılması gereken durumumuzu) görmekte ve yaşamakta değil miyiz? Bugün yalnızca Paris’te bildiğim kadarıyla iki yüz elliden fazla tiyatro perde açmakta; bu yazının kaleme alındığı sırada gazeteler, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları sanatçılarının sanata ve tiyatrolarına sahip çıkma çabalarını yansıtmakta. Bir denizcilik deyimi olan “alabanda” özgürlüklerin zincirlerinden kopuş öyküsünün müzikte hayat bulmasıdır. Nitekim daha o zamanlar Alabanda Revüsü’nün gördüğü ilgi müthiştir. Tepebaşı yazlık gazinosunda tam 99 temsil verilir. O kış otuz beş temsil de kapalı salonda oynar. Belki bir benzerine, dünya müzikal tarihinde bir daha rast gelinmesi mümkün olmayan bir gösteri yaşanmıştır. Alabanda Revüsü; Tanzimat’tan 1942 yılına kadar geçen yüz on yıl boyunca, tüm çabaların geldiği noktayı gözler önüne seriyor olması açısından ilginç, ibret verici bir deneyimdir.
Bu deneyim ışığı altında denilebilir ki inancımız ve umudumuz, geleceğin aynası olmuş aydınlıkçı ve çağcıl yapıdaki insanlara olan inancımızdadır. Kişisel çıkarların ön plâna çıktığı bir toplumda, zaten geleceği inşa edecek bir başka kesimin kıpırdayacağı kuşkulu da değil, gidişata bakılırsa hemen hemen imkânsızdır. Görünen odur ki hırslar, kişisel tatminler, maddi iltimaslar vb. galebe çalmaktadır. La Fontaine’nin fablını anımsayın: Cırcırböceği ile Karınca. Etraf cırcırböceği kaynıyor; cırcırböceğine özeniyor. Karıncaya yüz veren ya da onu örnek alan pek yok gibi. Geriye çoğunluğu oluşturmayan, yani karıncayı yansıtan bir kesim kalıyor ki, o da azınlıkta. Ancak başımızı geri çevirerek yine geçmişe baktığımızda görürüz ki aydınlıklara kapı açanlar, özgürlükleri yaratanlar ve toplumların refahı için hayatlarını hiçe sayarak mücadele verenler, hep azınlıkta kalan bir zümrenin başarısı olmuştur.
Geleceğin ahenkli,mutlu ve güvenli yıllarını yaratacak olanlar, dünyaya sıkıntı ve yorgunluk duygularıyla değil, sevgi ve mutluluk içinde bakılmasının yolunu açacak, ilgisiz kalanların da uyanmasını sağlayacaklardır.Her akarsu doğduğu kaynaktan boşalacağı yere kararlı, güçlü bir azim ve ahenk içinde akar. Bunu tersine döndürmek mümkün değildir. Unutulmamalı ki hiçbir başarının altında, seyirci kalanların imzası yoktur.
HABER REVİZYON DERGİSİ AĞUSTOS 2014