Artık güvenmek istiyorum.
Güvensizliğe değil, güvene katkı yapmak istiyorum. Güvenilir toplumda, güveneceğim dostlarla, güven içinde yaşamak istiyorum. Sadece insanlara mı? Devletime, hükümetime, okullara, diplomalara, meslek sahiplerine, polise, sertifikasyon kuruluşuna, oturduğum binaya güvenmek, yarınımdan, duygularımdan, inancımdan ve kendimden emin olmak istiyorum. Acayip bir şey mi istiyorum sizce? Yeminle söylüyorum ki bu istek sadece ve sadece içimden geldi. Sanki tabi birşey gibi geliyor bana. Zaman zaman sorunlar olduğunu hissediyorum. İnşallah bu güvensizliğe katkı yapanlardan biri ben değilimdir.
Arkadaşımla Boğaziçi Üniversitesi’nin bahçesinde oturmak için boş sandalye ve masa bakıyorduk. Kolay olmasa da hemen bir yer bulduk. Gelin görün ki iki kişiyiz ve “her ikimiz de yiyecek içecek almak üzere içeri girince ya birileri gelir oturursa!” diye alışılmış bir kaygı doğdu içimizde. Ben dedim ki, “dizüstü bilgisayarımı masaya koyayım, buranın birine ait olduğu belli olur ve böylelikle oturmazlar.”
Arkadaşım bilgisayarın başına bir şey gelebileceği konusunda uyardı. Bir an hak verdim ve bilgisayarı masadan almak istedim. Sonra kendimi çok tuhaf hissettim. Niye mi? Ya burası benim okulum. Oradaki kişiler ya benim hocalarım ya da öğrenci arkadaşlarım. Ben onlara güvenmeyeceğim de kime güveneceğim? İşin doğrusu biraz utandım ve hemen bilgisayrı koydum.
Arkadaşım da demesin mi “Ben de montumu koyuyorum o zaman.” Sizi fazla merakta bırakmayayım: Yiyeceklerin hazırlanması epey sürdü ve biz geldiğimizde eşyalarımıza hiç birşey olmamıştı. Boğaziçi Ailesine, ortamına güvendim ve yanılmadım. Mutluluğumu anlatamam. Kendimce ortamın güvenilir olduğunu ıspatladım ve güvene katkı yaptım.
Sadece ben mi?
Arkadaşım da güvendi. Belki risk aldık ama karşılığında güvenilir büyük bir aile ve ortam kazandık. Eğer biz o gün eşyalarımızı bırakmamış olsaydık güvensizliği sürdürmüş olacaktık.
Zaman zaman kendi kendime tartışırım: “Acaba güvenin mi yoksa güvensizliğin mi maliyeti yüksektir?” Kendi hayatım itibarıyla söyleyebilirim ki, güvensizliğin maliyeti bana çok yüksek olmuştur. Malumunuz ben kör biriyim. Bu vasfım itibarıyla kandırılmaya çok müsait olduğumu düşünebilirsiniz.
Çok alışveriş yaptım. İşportacılık yaptım. Çok para aldım verdim. Yöneticilik ve milletvekilliği yaptım. Şu ana kadar kandırıldığıma dair bir tek vaka hatırlıyorum. Onu da doğrudan suçlayamam, zira emin değilim.
Kuruluşlarla yaşadığım olaylar daha güvensiz olmuştur. Filanca görevini yapar diye güvendiğiniz kuruluşun görevini yapmadığına çok şahit oldum. O kuruluşun verdiği belgenin gerçeği yansıtmadığını da çok yaşadım. Yazılı kurallarla uygulanan kuralların çok çok farklı olduğunu bilmeyen var mıdır bilmiyorum. Günlük hayatta insanların randevularına uyarak zamanında gelememe, verdikleri sözleri unutma, ihmal etme, yokmuş gibi davranmaları neredeyse adetten oldu. Ama o bildiğimiz kıymetli davranışları yapabilenler hala çok çok az değil. İlginçtir eğitim seviyesi düştükçe o kıymetli davranışları yapanların sayısı daha da artıyor. Burada maksadım “eğitimli/eğitimsiz” meselesi suçlu aramak için değil, sadece bir gözlem paylaşımı.
Güvenebileceğiniz insan… Hayatta iniş çıkışlarımız çok oldu. Bin bir emekle, tırnaklarımızla tepelere çıktık ama bir anda kendimizi diplerde bulduğumuz çok oldu. Bu dönemlerde bir takım insanlar yanınızdan kayboluverirler. Bu durumu anlayabiliyorum. Kendince geçmişten bir soğukluğu vardır ve ilk fırsatta “Olacağı buydu” deyiverirler. Yahut geçim kaygısıyla sizinle aynı ortamda görünmek istemezler. Adamın çoluğu çocuğu vardır. Diplere inen kişinin çoluğu, çocuğu, geçim derdi yokmuşçasına davranılır. Tekrar tepelere çıktığınızda da çevrenizde aynı kişiler yine olurlar. Hak vermesem de bunları anlayabilirim. O tür “dostları kaybettim” diye üzülmeyin duyacağınız özlem, sizin tepelere çıkmanızla emin olun bitecektir. Bu bahiste bir gözlemimi daha paylaşmak istiyorum: Sebebini bilmiyorum ve bilmek için de hiç uğraşmadım: Tepeden diplere yuvarlandığımda da tepedeymişim gibi arkadaşlığını ve dostluğunu esirgemeyip sürdüren erkeklerden ziyade her nedense hanımlar olmuştur. Dim dik, kararlı ve gerçekten çok büyük bir cesaretle durmuşlardır. Öyle ki bu tutum ve davranışların farklı cinsiyetlerdeki kişilerin arasında olması pek çok menfi anlama çekilebilecek olmasına rağmen. Benim öyle çok dostum, arkadaşım vardır. O duruşun ne anlama geldiğini ancak yaşayan bilir. O duruşun yanında makamın, paranın, itibarın, zevklerin, hobilerin hiç birinin hiç bir değeri yoktur.
“Güven nimeti” bahsini deşeledikçe anlıyorum ki benim tek başıma altından kalkabileceğim bir mevzu değil. Birkaç damla göz yaşı dökmeden anlatamadığım şu Çanakkale hatırasını inşallah sakin bir şekilde yazmayı başarırım: Savaş esnası. Düşman maddi, manevi varlığını sömürme, yok etmek için, iki yüzlülüğünde, ahlaksızlığında doruklara ulaşma emelini gerçekleştirmek maksadıyla bizim yüreği mangal, temiz, pak, içi dışı bir, iyiliksever Anadolu gençlerinin üstüne her türlü silah ölüm kusmaktadır. Er, komutanının yanına gelir ve arkadaşının yaralandığını, yanına gitmek istediğini söyler. Şahadetin en yüksek, gaziliğin de en düşük ihtimal olduğu o anda komutan, “Evladım, görmüyor musun? Bu kurşunların arasından gitmek neredeyse imkansız. Gitsen de arkadaşın sen varana kadar şahadet şerbetini içmiş olur çoktan.” der ve izin vermez. Ama er, o kadar ısrar eder ki komutan dayanamaz ve izin verir. Çok uzun süre geçmeden er, sırtında arkadaşıyla geri döner. Komutan haklı çıkmıştır: Arkadaşı şahadet şerbetini içmiştir. Komutan bakar, “Ben sana demiştim” der. Er, gözü yaşlı, “Vardığımda yaşıyordu” der. “Konuşabiliyor muydu=” diye üzgün devam eder, komutan. “Ben duyacağımı duydum” der hıçkırıklar içinde, er. Komutan, “Ne dedi” diye sorunca er işte, herkesin duyabilmek ve söyleyebilmek isteyeceği arkadaşının o sözünü aktarır: ““Geleceğini biliyordum” dedi”
Daha fazla devam edemeyeceğim. Allah hepimize güvenle beklendiğimizde gidebildiğimiz ve yine güvenle beklediğimizde gelebilen dostlarla bayram yapmayı nasip etsin.