Mevlânâ ‘nın Doğum tarihi (6 Rebiu’l Evvel, 604) 30 Eylül 1207’dır. Asil bir aileye mensup olan Mevlânâ ‘nın annesi, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmsahlar (1157 Doğu Türk Hakanlığı) hanedanından Türk prensesi, Melike-i Cihan Emetullah Sultan’dır. Babası, Sultanü’l-Ulema (Alimlerin Sultanı) ünvanı ile tanınmış, Muhammed Bahaeddin Veled; büyükbabası, Ahmet Hatibi oğlu Hüseyin Hatibi’dir.
Mevlânâ ‘nın asıl adı Muhammed Celaleddin’dir. Mevlânâ ve Rumi de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasına gelen Mevlânâ ismi, ona, daha pek genç iken Konya’da ders okutmaya basladığı tarihlerde verilir. Bu isim sems-i Tebrizi ve Sultan Veled’den itibaren Mevlânâ ‘yı sevenlerce kullanılmış; Adeta adı yerine sembol olmuştur.
Mevlânâ Celâleddin Rûmi dostlarının katıldığı özel toplantılar düzenler, tasavvufi ve dini sohbetler yapar, şiir söyler, zikrederek sema ederdi. Zamanla bir tören niteliği kazanan bu toplantılar belli kurallara, belli görüş ve düşünce ilkelerine bağlandı. Toplantılarda ney, kudüm ve benzeri çalgıların çalındığı zikirler, törenler daha derli toplu ve ölçülü yapılmaya başlandı.
Kısa bir süre içinde geniş bir alana yayılan, halk ve özellikle çağın aydınları arasında büyük bir ilgi uyandıran bu toplantılara katılanların sayısı arttı. İran, Arabistan ve Anadolu’nun birçok yerinden gelerek toplantılara katılanlar, katılmak isteyenler, Mevlânâ’ya karşı derin bir sevgi ve saygı duyanlar oldu. Zamanla bu özel toplantılar sınırlandırıldı. Belli kurallara, düzenli törenlere bağlandı.
Mevlânâ’nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled, aynı yoldan giderek, babasının düzenlediği toplantılara ve bunlarda yapılan sema, zikir ve benzeri törenlere, bir tarikat niteliği kazandırdı. Törenlere katılmak, toplantılarda bulunmak, sema meclisine ve zikre girmek için birtakım değişmez ve Mevleviler arasında yaygın olan kurallar koydu. Zamanla bunlara resmi bir nitelik kazandırdı. Mevlânâ’nın oturduğu yeri (sonradan tekke adını aldı) genişletti. Bu toplantılar, önceleri yalnız Konya’da yapılıyordu.
Mevlânâ’nın görüşlerini, düşüncelerini benimseyenlerin sayısı çoğalınca, merkez olan Konya tekkesinin izniyle başka illerde de tekkeler, Mevlevihaneler açılması için izin çıktı. Zamanla Anadolu’da olduğu gibi, komşu İslam ülkelerinin birçok ilinde Mevlevihaneler, tekkeler açıldı.
Mevlana Türbesi
Mevlânâ Celâleddin Rûmi’nin Konya’daki türbesi. Mevlânâ Celâleddin Rûmi’nin ölümünden sonra Alemeddin Kayser ve Muiniddin Pervane ile karısı Gürcü Hatun tarafından yaptırıldı (1274).
Mimarı Bedreddin Tebrizi’dir. Çevresindeki mescit, semahane, meydanı şerif, matbah, derviş hücreleri, şadırvan, şebi aruz havuzu ve çelebi dairesiyle bir külliye halindedir. Külliyeyi meydana getiren yapılardan esas türbe binası Selçuklu devrine, türbenin yivli gövdesi ve külahı ile giriş koridoru, çelebi mezarları, post kubbesi Karamanoğulları devrine, mescit, semahane, türbeler, derviş hücreleri, matbah ve şadırvan ise Osmanlı devrine aittir. Türbenin bugünkü şekli; kare planlı bir zemin üzerinde üç tarafı kemerli ve bir tarafı kapalı mekân halindedir. Bu mekânın üzerini 16 dilimli sivri bir külah örter.
Külahın tepesinde bir hilâl içinde Mevlevi sikkesi bulunan yüksek bir alem vardır. Külahın üzerini firuze çiniler kaplar. Külaha Yeşil kubbe denir. Yeşil kubbenin altında Mevlânâ’nın ve oğlu Sultan Veled’in gök mermerden yapılmış üstü puşide ile örtülü sandukaları vardır. Türbenin bir mumyalık kısmı da vardır, cephede bugünkü Gümüş Eşik’in altında bulunan bu kısmın kapısının XVIII. yy.da örülmüş olduğu bilinir. Çapraz tonozla örtülü olduğu sanılan bu kısımda Mevlânâ’nın na’şı mumyalanarak muhafaza edildiği bilgisi yaygındır.
Mevlevilik, Sünni tarikatlar arasında en yaygınlarından biri oldu. Mevlânâ ve oğullarının sağlığında dostluğunu kazanan bazı yakınlarının gömüldüğü Konya Mevlevihanesi, Kubbei Hadre (veya hazret) Yeşil kubbe diye anılan türbe, tarikatın merkezi ve kutsal makamı olarak benimsendi, saygı ve sevgi gördü. Mevlevilik, Tanrı ile evrenin birliği görüşüne dayanır. Tanrı, yarattığı evrende görünüş (tecelli) alanına çıkar. Evrende var olmak, Tanrı’nın bir görünüşüdür. Gerçek varlık Tanrı’dır. Her şey Tanrı’dan gelir, sonunda yine Tanrı’ya dönecektir. Tanrı, bir bütünlük içinde evreni kuşatır. Tanrı’dan başka varlık yoktur.
Mevleviliğin benimsediği ve Mevlânâ’nın eserlerinde dile gelen bu anlayış, yeni değildir; varlık birliği görüşüne dayanır. İnsanda, ruh denen, tanrısal bir öz vardır. Evren yaratıldıktan sonra bu öz, insan varlığının ortaya çıkışı sonucu, bedene girdi. Öz yurdundan, tanrısal ülkeden ayrıldı. Şimdi, geldiği yere kavuşmanın derin özlemi içinde çırpınır durur. Ruh, insan varlığının en yüce özüdür.
İnsana insanlık değeri kazandıran bir cevher’dir. İnsanı gerçeğe ulaştıran, tanrısal özün sırlarına erdiren, akıl değil aşktır. Aşk, insanın özünde, Tanrı’ya karşı duyulan en derin bir özlem niteliğini taşır. Aşkın özünde dile gelen, sezgidir. Aşk ile sezgi birbirini bütünleyen iki manevi güçtür. Onlar birbirinden ayrılmaz, biri ötekini gerekli kılar. Sezgi ile aşk, insan ruhunun kavrayış, anlayış gücüdür; bilme, öğrenme yeteneğidir.
İnsan, yalnız aşk ile olgunlaşır, gerçekleri, tanrısal sırları kavrayabilecek olgunluğa (kemale) ulaşır. Bütün yaratıklar, gök katları (felekler) bu aşk ile dönerler (sema ederler), kendi dillerince (hal diliyle) Tanrı’yı anarlar (zikrederler). Tanrı, sürekli yaratış eylemi içinde olan, daima kendini yenileyen, bütün varlık evrenini bir yüce bütünlük içinde kuşatan som iradedir, som sevgidir, nurdur.
Her türlü tanımın, açıklamanın, anlatımın üstündedir. Onun varlığı, insan aklının sınırlarını, kavrayış yeteneklerini aşar. İnsan, gönlünü aşk ile, Tanrı sevgisi ile doldurursa, Tanrı’yı gönlünde duyar, gönül gözüyle görür, gönül diliyle konuşur. Tanrı aşkı insanın içine dolunca, insan, Tanrı’dan başka bir varlık görmez olur. Her an kendinin Tanrı katında olduğunu, her anının, her yanının Tanrı ile dolduğunu sezer, gönlünde duyar. İnsan, Tanrı’nın dile geldiği, söz ve ses olarak tecelli ettiği bir varlıktır, kelâmullahı nâtık’tır. Tanrı’nın, konuşan, söyleyen kelâm’ıdır.
Tanrı, değişik biçimler içinde, ayrı ayrı niteliklerle görünüş alanı’na çıkar. Bu yüzden insanın evrende gördüğü değişik varlık türleri, renk, ses, uyum (ahenk), düzen, güzellik gibi nitelikler Tanrı’nın görünüşünden başka bir şey değildir. İnsan, aşk ile basamak basamak Tanrı’ya yükselir, belli kemal aşamalarına (mertebelerine) ulaşır. Ulaştığı her aşamada, Tanrı’yı ayrı bir görünüş niteliği’nde sezer. Bu bakımdan aşk ile yükselmek, kemal ve irfan sahibi olmak, Tanrı’ya yaklaşmak anlamına gelir. Bütün insanlar, yeryüzünde edindikleri bilgi derecesine göre Tanrı’yı yansıtan birer varlık oldukları için, insanı sevmek, Tanrı’yı sevmektir.
Mevleviliğin sevgiye dayanan insan anlayışı, insana varlık türleri içinde ayrı bir değer ve önem vermesinden dolayıdır. İnsan, evrenin özü, varlık bütününün söyleyen dili, gören gözüdür. Mevlevi tarikatına göre, bütün evren ve insan, toprak, ateş, hava ve su gibi dört ana ilkeden kuruludur. Göklerle insanın özü, yapısını kuran ilkeler birdir, eştir. Ancak, felekleri yöneten yasalar ayrıdır. Çünkü onlar, bir bakıma manevi aşamalardır.
Yaratılmışlar içinde en yücesi insandır. İnsanın yüceliği, Tanrı’ya yakınlığından, gönlünün bir tanrısal görünüş alanı olmasından ileri gelir. Tanrı, insanı birtakım ilâhi özlerle, yüce nitelik ve yeteneklerle donattı. Varlıklar içinde onu yüce kıldı. İşte bunu anlama ve bu yüceliği kavramaya irfan denir. İrfan, aşk ve sezgi ile kazanılır. Gönlünde aşk ateşi, ruhunda Tanrı sevgisi bulunmayan, bunu, derin anlamı kavrayamaz; insanın özünde saklı ilâhi sır’a eremez. Bu sıra ermenin yolu aşk ile yanmak, aşk ile pişmektir.
Mevleviliğin anladığı aşk, insanın insana karşı duyduğu geçici, beşeri muhabbet değildir, Tanrı’ya duyulan sınırsız, derin ve karşılıksız bağlılığı gerektiren sevgidir, sonsuz coşkunluktur. Mevleviliğin düşünce ve görüş bakımından Yeni-Eflatun’cu felsefe akımının dolaylı olarak etkisi altında kaldığı, hem Mevlana’nın hem de onun ardından gelenlerin eserlerinde geçen tasavvuf kavramlarından açıkça anlaşılır. Mesnevi’de. Divanı Kebir’de, Sultan Veled’in, Ulu Arif Çelebi’nin eserlerinde görülen bütün tasavvuf kavramları Plotinos’un geliştirdiği Yeni-Eflatun’cu felsefe akımının düşünce ürünleridir.
İslâm dünyasında dinle musikiyi, dar bir alanda resmi bağdaştıran, ibadette musikiye yer veren ilk tarikat Mevleviliktir denebilir. Ney, kudüm, nısfiye, rebap, daha sonraları tambur ve başka sazlarla dini nitelikte tören düzenleyen, zikreden, sema meclisine giren, ilâhiler okuyan, şeriatın katılıklarına yumuşaklık katan Mevleviliktir. Bu niteliği yüzünden Mevlevilik bazı noktalarda şeriatla çatışır. Birçok devlet büyüğü ve sultanın Mevlevi oluşu, tekkelere gidişi, şeriatın, her alanda Mevleviliğe baskı yapmasını önlemiştir.
Mevleviliğin 12 Temel İlkesi:
1. İnsanlığa hizmet etmek;
2. Başkalarına her zaman iyi ve güzel davranışın örneği olmak;
3. Mesnevi okumak ve mutasavvıf olmak;
4. Aklı iyi kullanmak, hikmet sahibi olmak;
5. Dindar olmak;
6. İçini her zaman temiz tutmak;
7. Mevlânâ’yı pir tanımak;
8. Mevlânâ’nın yolundan ayrılmamak;
9. Tanrı’dan, Hz. Muhammed’den sonra Mevlânâ’ya bağlanmak, ona gönülden inanmak;
10. Bilim edinmek, bilgili olmak;
11. Alçakgönüllü, sabırlı, güler yüzlü ve nazik olmak;
12. Maddi ve manevi bakımdan temiz olmak.
Bunlar Mevleviliğin değişmez kurallarıdır. Mevlevi tarikatına giren, çile dolduran herkesin bunlara uyması gereklidir.
Mevlevilikte bir de âyini cemi Mevlevi denen tören vardır. Daha çok geceleri yapılan ve bir sohbet niteliğinde olan bu törene dedelerden başka, tarikata giren muhibler de katılır. Bu töreni, meydancı dede yönetir. Kapının başına şeyhin kırmızı postu konur. Sonra öteki postlar sırayla dizilir. On sekiz şamdan, dokuzarlık iki sıra halinde yerleştirilir. Yatsı namazı kılındıktan sonra meydancı dedenin âyini ceme selâ çağrısı üzerine tören başlar. Neyler çalınır, sema âyinine başlanır. Önceleri bir sanat ve eğitim yeri olan Mevlevi tekkeleri, zamanla bu niteliklerinden uzaklaşmıştır. Tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasını öngören kanunla çalışmalarına son verildi.
Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin Bazı Sözleri
Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.
Leş, bize göre rezildir ama, domuza, köpeğe şekerdir, helvadır.
Kim daha güzelse kıskançlığı daha fazla olur. Kıskançlık ateşten meydana gelir.
Bilgi, sınırı olmayan bir denizdir. Bilgi dileyense denizlere dalan bir dalgıçtır.
İnsan gözdür, görüştür, gerisi ettir. İnsanın gözü neyi görüyorsa, değeri o kadardır.
Yoldaki bir tepecik seni bunaltmış, oysa önünde yüzlerce dağ var
Mevlânâ’nın Yedi Öğüdü
Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
Hoş görülülükte deniz gibi ol.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
Mevlânâ’nın Eserleri
MESNEVİ
Mesnevî, klâsik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Sözlük anlamıyla “İkişer, ikişerlik” demektir. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevî adı verilmiştir.
Her beytin aynı vezinde fakat ayrı ayrı kafiyeli olması nedeniyle Mesnevî’de büyük bir yazma kolaylığı vardır. Bu nedenle uzun sürecek konular veya hikâyeler şiir yoluyla söylenilecekse, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevî tarzı seçilir. Bu suretle şiir, beyit beyit sürüp gider.
DİVAN-I KEBİR
Dîvân, şairlerin şiirlerini topladıkları deftere denir. Dîvân-ı Kebîr “Büyük Defter” veya “Büyük Dîvân” manasına gelir. Mevlâna’nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Dîvân-ı Kebîr’in dili de Farsça olmakla beraber, Dîvân-ı Kebîr içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiir de yar almaktadır. Dîvân-ı Kebîr 21 küçük dîvân (Bahir) ile Rubâî Dîvânı’nın bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Dîvân-ı Kebîr’in beyit adedi 40.000’ i aşmaktadır. Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu dîvâna, Dîvân-ı Şems de denilmektedir. Dîvânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.
MEKTUBAT
Mevlâna’nın başta Selçuklu Hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen dini ve ilmi konularda ise açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur.
FÎ Hİ MÂ Fİ H
Fîhi Mâ Fih “Onun içindeki içindedir” manasına gelmektedir.. Bu eser Mevlâna’nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır.
MECÂLİS-İ SEB’A
Mecâlis-i Seb’a (Yedi Meclis), adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna’nın yedi meclisi’nin, yedi vaazı’nın not edilmesinden meydana gelmiştir. Mevlâna’nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş, ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlemesi yapıldıktan sonra Mevlâna’nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna, yedi meclisinde şerh ettiği Hadis’lerin konuları bakımından tasnifi şöyledir :
1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı.
2. Suçtan kurtuluş. Akıl yolu ile gafletten uyanış.
3. İnanç’daki kudret.
4. Tövbe edip doğru yolu bulanlar Allah’ın sevgili kulları olurlar.
5. Bilginin değeri.
6. Gaflete dalış.
7. Aklın önemi.
Bu yedi meclis’de, asıl şerh edilen hadislerle beraber, 41 Hadis daha geçmektedir. Mevlâna tarafından seçilen her Hadis içtimaidir. Mevlâna yedi meclisinde her bölüme “Hamd ü sena” ve “Münacaat” ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufî görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevî’nin yazılışında da aynen kullanılmıştır.