Sanatçı Devlet
Sanat ile devlet arasındaki ilişkiyi açıklayabilmek ve bu ilişkiye dair farklı yaklaşımları anlayabilmek için ikisinin de temelleri olarak kabul edilen yapıların ilk günlerine gitmek gerekiyor. Bu yapılar, insanın ilk anlatım biçimleri olan “sembol, alet ve davranış vb.” ile insanın ilk örgütlü yapıları olan “topluluk” olarak açıklanabilir. Bu açıklama doğrultusunda, mağara duvarlarına yapılan çizimler sanatın, bir av ya da tarım faaliyeti için ortak hareket etmek üzere ya da bir doğum, ölüm, evlilik gibi bir olayı kutsamak üzere bir ritüel etrafında fikir ve eylem birliğine varmış topluluk ise devletin ilk halidir. İnsanın bugünkü algısı itibariyle birbirinden tamamen farklı ve ayrı gibi duran bu iki “kurum” ilk günlerinde aynı insanlar tarafından meydana getirilmiştir. Mağara duvarına bir aslanla bir insanın boğuşmasını anlatan resmi çizen ve o olayı başarıyla gerçekleştirdiği için dans edip şarkılar söyleyen kişi aynı zamanda o aslanla boğuşan kişidir. Bu ilişki göz önüne alındığında,“Sanatçı,devleti;devlet, sanatı meydana getirmiştir.” denebilir.
İlk-el Sanat, İlk-el Devlet
Sanat, insanın doğayla olan mücadelesini anlatmakla başladı yaşamına; devletin temelleri ise bu mücadeleyi daha etkin yürütebilmek için örgütlenen insan toplulukları tarafından atıldı. Acıktığında avlanan, boş zamanlarında o avının hikâyesini anlatmak için resimler, heykeller yapan insan, kutsal saydığı eylemlerini ayinlerle kutlarken de müziğin, dansın, tiyatronun, edebiyatın temellerini attı.
Tarihin akışını değiştiren ve günümüz yönetim sistemlerinin tohumlarını atan “artı ürün” ve “Mülkiyet” kavramlarının ortaya çıkmasıyla birlikte, onun korunması, yönetilmesi ve -dolaylı ya da doğrudan- elde edilmesinde emek veren topluluk kişileri arasında adil paylaşımı sorununu da beraberinde getirdi. Bu yeni kavramların insan yaşamına girmesiyle birlikte ortaya çıkan “yönetim ve kontrol” gereksinimi, özgür sanat ile kısıtlayıcı devlet arasındaki uçurumun ilk metrelerini oluşturdu. Özgürlük ve adalet anlayışları temelinde “iktidar” ile “muhalefet” kavramlarının oluşmasıyla birlikte bu uçurum, yatay ve dikey eksende, günümüze doğru hızla ilerlemeye, yükselmeye başladı.
İktidar Devlet ve Muhalif Sanat
Yeryüzünü, “ortak-doğal” mülkiyetten, “özel” ve “kamusal” mülkiyetler şeklinde bölen devlet, bu bölümlere yönelik çok farklı ekonomik anlayışlara sahip olsa da sanatın bu yöndeki hiçbir fikrini istikrarlı bir şekilde kabul etmez. Çünkü devlet, değişken bir aygıttır; kişi ya da kişiler yönetir ve onlar da sürekli değişirler. Yönetim sistemi ne olursa olsun, biçimi ne şekilde olursa olsun, özgürlükleri kısıtlayıcı ve dolayısıyla da baskıcıdır.
İnsanı yönetmek, aynı zamanda onun özgür düşüncesini de yönetmek demektir. Bu yönetimin yarattığı baskının, sanatçının hareket alanına müdahalesi ile birlikte gösterdiği doğal savunma tepkileri, “iktidar” nezdinde yine “muhalefet” olarak algılandı; çünkü sanat, özü itibariyle “yönetilmeyi” reddeder.Tüm bu hızlı gelişmeler sonrasında insanın karşısına, mücadele ettiği vahşi doğanın yanına daha vahşi bir düşman eklenince, sanatçı da boğuştuğu aslanın yerine iktidarı yerleştirmek zorunda kaldı! Ham maddesi “özgürlük” olan bir eylem ile bu eylemin gerçekleştiği alana kanunlarla müdahale eden “yasakçı” devlet artık ne aynı avda ne de aynı ayindeyer alamazlardı.Devlet, yasama ve yargı sistemini güçlendirdikçe ve ceza sistemini ağırlaştırdıkça “özgür düşünce” ezilmeye, cezalandırılmaya başlandı.
İlk günlerinde aynı yastığı paylaşan sanat ile devlet, bir süre sonra ayrı odalara taşındılar ve zamanla evlerini ayırmak zorunda kaldılar.
İlk-el Sanattan Çağdaş ve Modern Sanata…
Sanatın türü, şekli, düşüncesi ne olursa olsun politiktir, muhaliftir. Araçları da amaçları da temelde birbirinden çok farklı olan; kültürleri, medeniyetleri, imparatorlukları ve günümüz modern çağının “yapıcıları” arasındaki mücadele günümüze kadar böyle devam etmektedir. İnsanı dizginleme ile onu özgürleştirme arasında süren bu mücadelenin yakın zamandan günümüze kadarki sürecinde, önceki dönemlerine göre çok daha farklı gelişmeler yaşandı.
Rönesans ve Fransız ihtilaliyle birlikte sanat, dünyayı değiştirebileceğini devlete açıkça deklare etmiş oldu. Bu yenilgiyi çok iyi etüt eden devlet, yasaklamak ve cezalandırmak yerine onu kişiliksizleştirmek, itibarsızlaştırmak, muhalif niteliklerini yontup etkisizleştirmeye yönelik politikalar geliştirdi. Tıpkı dini, kendine göre reforme edip iktidarını sürdürmeye yönelik bir araca dönüştürdüğü gibi sanatı da propaganda ve halkın iradesini uyuşturan bir eğlence aracına dönüştürdü. Sanatçılar arasında büyük ve çok farklı ayrışmalara yol açan bu devlet politikaları, günümüz sanat dünyasındaki iç savaşın başta gelen nedenlerini yarattı. Sanatçı ile yönetici arasındaki yakınlaşma beraberinde, sanatçı ile sanat arasındaki uzaklaşmayı da getirdi.Bu da büyük bir buhran yarattı. İşte bu buhranın içinden çıkan çağdaş, modern ve güncel sanat akımları, büyük soru içinden doğan birçok soruyu cevaplamışsa da hem kendisiyle hem de devletle olan büyük yüzleşmeyi gerçekleştiremedi.
Sanat Ekonomisi
Gelişen, genişleyen dünya, aynı oranda yakınlaşıyor. Bilim ve tekniğin hızla ilerlemesi, iletişim ve erişim olanaklarının artması, bu gelişmeler sayesinde gerçekleşen hızlı bilgi paylaşımıyla birlikte ortaya çıkan “küresel yenidünya” sistemi tüm alanlara olduğu gibi sanata da büyük etkileri oldu. Temelinde sanatın özgür düşünce mücadelesiyle elde edilen kazanımların yattığı bu gelişmeler sonrasında ortaya çıkan yeni üretim teknikleri ve araçları ile sergileme yöntemleri, sanatın da artık bir ekonomiye ihtiyaç duymasına yol açtı. Böylelikle “sanatın devletle ilişkisi” tartışmasına artık “sanatın sermayeyle ilişkisi” de eklendi. Modern sanat anlayışı ile birlikte çağdaş ve güncel sanat üretiminin yüksek bütçelere ihtiyaç duyması, bu tartışmadan çekilmek isteyen bir sanatçının en büyük handikapı oldu. Bu büyük çatışmadan çıkış bulmaya yönelik geliştirdiği her savunma gibi “kendi kendini” finanse edebilmeye yönelik olarak eserine biçtiği yüksek (!) maddi değer tartışmalar yarattı.
“Yeni Sanat Düzeni”
Devlet, sermaye ve üretim maliyeti arasında sıkışan çağdaş sanatçı, “Esere giden her yol mübahtır.” gibi bir anlayış geliştirmek zorunda kaldı. Sanatçı, eserindeki düşüncenin karşısında olduğunu bildiği halde amacını gerçekleştirmek için birileriyle ekonomik bir ilişki kurmak gibi politik bir tavır sergilemek zorunda kaldı.
Bankaların sömürü düzenini eleştiren bir sinema filmi yapmak isteyen yönetmene en büyük sermaye desteğini bir bankanın verdiği yeni düzen, iki düşmanın Birbiriyle kol kola savaşmasına benzer paradoksal ilişkiler yarattı. Özünde birbirini reddeden taraflar arasında böyle bir işbirliğinin mümkün olması, sanatın muhalefeti karşısında, tarihsel belleği çarpıtılıp etrafında gelişen olaylara karşı muhakeme gücü zayıflatılmış olan toplumun haliyle tepkisiz kalmasının sermayeye ve devlete verdiği güvenle alakalıdır.
Yeni Bir Taraf: Sermaye
Varlığını koruyup sürdürebilmek için toplumun bellek yönetiminin ve ekonomik sistemin istikrarına ihtiyaç duyan sermaye, bunu sağlamaya yönelik olarak devlete ve onu yönetene tüm gücüyle destek verir. Yönetici sınıfla bu sıkı ilişkiden aldığı güvenle, hiçbir insani değer ve tarihi sorumluluk duymadan, ürettiği mal ve hizmetleri pazarlayabilmek için de toplumun kutsal saydığı değerleri yozlaştırıp daha da büyümek için bir araç olarak kullanır.
Küresel markalı içeceklerin iftar sofralarının vazgeçilmezleri olması, sermayenin “kültürel sermayeyi” ne kadar etkin kullandığını ve dini temelli ideolojiye sahip olan bir ülkede dahi nasıl da rahat hareket edebildiğini gösterir. Sermaye, sanata da aynı yaklaşımda bulunur. Örneğin, toplumda saygınlık kazanmış bir sanatçıya vereceği herhangi bir desteğin, toplumun o saygınlıktan kendisine pay vermesini sağlayacağını iyi bilir. Kültür sanat etkinliklerini, sanatın en çok karşı durduğu faaliyet ve yöntemleri kullanan markaların finanse etmesi, yeni sanat düzeninin çelişkilerle dolu dünyasının büyük paradokslarındandır.
Sanatın Üretim ve Gösterim Mücadelesi
Karşısında mücadele ettiği tarafın hızla büyüyüp toplum üzerindeki etkisini arttırması karşısında, araçları gittikçe çoğalan, gelişen ve değişen sanat da kendisini daha etkili bir şekilde gerçekleştirebilmek için artık büyük organizasyonlara ihtiyaç duyar. Bu organizasyon içinde yer alan üretim ve sergileme aşamalarının maliyeti sanatçıyı farklı arayışlara, diyaloglara iter. Sosyal devlet kavramı içinde kendisine yer arayan sanatçının devletle ilişkisi bu arayışla zaten başlamış olur.
Toplumun kültür-sanat ihtiyacını karşılamakla yükümlü olan yönetim bu hizmeti gerçekleştirmek için ya kendi sanatçısını sunar ya da toplumun beklediği sanatçıyı kendisine muhalefet etmeden sunum yapmaya zorlar. Sanatçı, ikinci bir arayış içine girer. Bu arayış yolunun sonunda -çaresiz- sermayenin kapısına gider. Sanat da sermaye için bir ticari araç olur. Sanatçı, bunu bildiği halde sermayeden destek ister; sermaye de kendisine muhalif olduğunu bildiği halde sanata destek verir.
Avrupa’nın Yaşayan Sanat Tarihi: Türkiye
Sanat, Batı’da 500 yıllık bir geçmişi olan resim özelinden ve Türkiye kapsamında ele alındığında henüz emekleme döneminde olduğunu rahatlıkla söylenebilir. Tüm dünya üzerindeki sanat hareketlerinin onun gelişimi üzerindeki etkileri içinden Türkiye etkisi çıkarıldığında, tabloda sadece, dikkate alınmayacak derecede bir değişim gözlenir.
Bu zayıf etkinin en önemli nedeni de Türkiye’nin bu konuya paradigmalarla yaklaşmasıdır ki İslam’da sanatın hareket alanı, en yasaklayıcı devletin sanatçıya sunduğu alandan dahi çok dardır! Bu anlayışı, kültürel ve demografik anlamda Osmanlı’nın devamı bir ülke olan Türkiye’nin devam ettirmesi ya da bu yönde onarıcı bir politika geliştirmemesi, Türkiye’nin sanat ile ilgili tarihi sorunlarının düğümlerini oluşturur.
Halkının büyük bir kesiminin, sahip olduğu dini ideolojiden dolayı, daha çok, modern sanat bağlamında kültür tüketicisi olmaması da, Türkiye’nin, toplum özelinde devlet ve sanat ilişkisini açıklamış olur. Sanat-sermaye-devlet üçgenine Türkiye’de ciddi ve tuhaf bir taraf eklenir bu durumda: Toplum!
Çağdaş Toplum ve Sanat
Çağdaş yönetim anlayışlarında toplumun gelişmesinin ekonomiden çok kültürel kalkınmayla gerçekleştirildiği bir dünyada Osmanlı’nın sanat anlayışıyla hareket etmek, net bir ifadeyle, tarihi ve çağı anla-ya-mamaktır. Türkiye’de sanat ve devlet arasındaki bu türdeki savaşını 500 yıl önce yapıp ağır bedeller ödemiş olan Avrupa gibi bir örneğin varlığı karşısında bile iktidarların üç maymunu oynaması, Türkiye’deki sanatın nasıl bir devletle karşı karşıya olduğunu gösterir. Avrupa örneğine eşdeğer bir referans olan ABD ve Çin devleti ile sanatçılarının üretimleri ve politikaları da bu anlamda incelenmeye, takip edilmeye değerdir.
Türkiye’yle hemen hemen ortak bir din ideolojisine ve bunun belirlediği devlet yönetim sistemine sahip olmasına karşın Ortadoğu’daki birçok ülke; özellikle Katar, Dubai ve hatta Kuveyt ile Irak bile ciddi bir sanat koleksiyonuna sahip olup Avrupa ile ABD ve Çin’le rekabet edebilecek güçtedir. Bu ülkelerle aynı tarihe ve toplumsal yapılara sahip olan Türkiye’deki sanat koleksiyonunun sayısının sadece birkaç adetle sınırlı olup devletin uluslararası düzeyde bir müzeye sahip olmaması, sanat ve devlet arasındaki mücadelenin bir başka boyutudur.
Sanayiye Teşvik, Sanata Tehdit
Dünya, sanata yönelik ciddi politikalar geliştirip uygulaması karşısında sanatın Türkiye’de devletin olanakları ile desteklenmesi beklenirken, sanatçılar ve sanat kurumları yüksek vergilere tabi tutulur! Dünyayla ülkeleri arasındaki açığı kendi imkân ve çabalarıyla kapatmaya çalışan sanatçılarla kurumların,uluslararası rekabet koşullarında verdiği çetin mücadelede zayıf düşmesine yol açar.
Avrupa ülkelerinin, bütçelerinin çok azını sanatı desteklemeye ayırdığı halde kendisinin çok ilerisinde olması gerçeği karşısında Türkiye’nin sanata, Avrupa’daki bütçenin sadece üçte birini ayırması bir trajedidir.
Sanayiye ve özel teşebbüslere hem toprak ve mekân hem de yüksek sermaye ve vergi muafiyeti sunan devlet, sanata öcü muamelesiyle yaklaşıp vergiler ve yasaklarla boğmaya çalışır. Sanat ile arasındaki savaşta devletin bu kadar açık ve korkusuzca şiddet uygulaması, halkın bu konudaki bilgisizliği yanında devletin sanatı itibarsızlaştırma politikalarında başarılı olduğunu bir daha gözler önüne serer.
Türkiye Sanat Politikası
Türkiye, hangi alanda olursa olsun uluslararası rekabette üst sıralara yükselebilmek için ekonomik gücü yanında, sanatı özgürleştirip sahip olduğu kültürel değerler özgünlüğünde zengin bir kültürel sermaye yaratması gerektiğini bilmesi gerekiyor. Bu bilincin ilk yapı taşı da sanata, yasakçı ve retçi dini paradigmalarla yaklaşmayı bırakıp, sahip olduğu tarihe, demografik yapıya ve evrensel değerlere göre bir sanat politikasını hayata geçirmek olacaktır.
Sanatın Ütopyası
Sermayenin de devletin de kapısını çaldığında, karşı taraftan aynı taleplerle karşılaşan sanatçının, kendi kendini finanse edebilmek için eserine biçtiği bedeli karşılayabilecek güç olarak karşısına yine ya devlet ya da sermaye çıkar! Bu çıkmazın ya da kısır döngünün yanında, yasayanın yasakçı anlayışı karşısında yargılanıp cezalandırılmadan hareket edebilmesi de dünyanın en gelişmiş demokrasiye sahip olan ülkesinde bile çok zor görünmektedir. Zaman, dün ve bugün olduğu gibi sanat için hep zorlu akacaktır.