Günümüzde örneklerine sıkça rastladığımız veya bununla ilgili haberlerini duyduğumuz, insan yaratımı modern sahte dinlerin ve tarikatların veya kendini peygamber ilan eden insanların ilk örneklerinden biri Karadeniz’de ortaya çıkmış. Bu coğrafya, Antik Çağ’da sahip olduğu Doğu ve Helen kökenli çok-tanrılı pagan inanışın yanında ortaya bir de sahte peygamber ve onun yaratımı dinsel bir inancı da doğurmuştur.
Hakkındaki bilgileri Roma Dönemi’nin ünlü hiciv yazarı Samosatalı (Adıyaman/Samsat) Lukianos’tan (M.S. ca. 120-190) edindiğimiz ve yazımıza konu olan bu önemli kişi, Abonouteikhos’lu, bugünkü adıyla Kastamonu İnebolulu, Büyük İskender (Aleksandros) ile de aynı adı taşıyan Aleksandros’tu. Uzun boylu, yakışıklı, beyaz tenli, gözleri ateş gibi parlayan bir adamdı. Zeki, kurnaz, öngörülü, cesur, gözü pek, çalışkan, amacını bilen ve güzel konuşma yetisine sahip olmasına karşın bir o kadar da yalancı, düzenbaz, ikiyüzlü ve utanmazdı. Geçmişinde kadın erkek demeden birçok insanla aşk ilişkisi kurmuş, bu ilişkiler karşılığında onlardan paranın yanı sıra engin hayat tecrübesi edinmiş, Tyana’lı (Niğde/Kemerhisar) bir hekimden ise muazzam tıp bilgisi öğrenmişti.
Aleksandros’un yaşadığı Antik Çağ’da insanlar, her türlü doğa olayını veya oluşumunu tanrılaştırmışlar ve çok tanrılı bir yaşam sürdürüyorlardı. Bu tanrısal güçler için mitolojik hikâyeler anlatarak onlar adına devasa tapınaklar inşa ediyorlardı. Bu tanrılardan ise her türlü konuda medet umar hale gelmişlerdi. Tapınaklara kendilerini adayan rahip/rahibeler aracılığıyla tanrı/tanrıçaların kehanetlerini öğrenebilen insanlar ve hatta devletler, gelecekleri hakkında her türlü kararı yine bu kehanetler ışığında şekillendiriyorlardı. Kuşkusuz tapınağa ödenecek belirlenmiş bir para karşılığında. İşte böylesine bir dönem içinde, insanların din karşısındaki zaafını ve korkaklığını fırsat bilen Aleksandros, Sağlık Tanrısı Asklepios’un bir yılan şeklinde kendi memleketi Abonouteikhos’ta yeniden dirileceğini duyurmuş ve etkileyici karakteri sayesinde dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. Zira anlatıldığına göre Asklepios çok eskiden, ölüm döşeğindeki insanları iyileştirerek yeraltı dünyasının karanlığına mahkûm olmaktan kurtardığı ve kaderlerine müdahale ettiği için Olympos’un Baş Tanrısı Zeus tarafından cezalandırılarak öldürülmüştü.
Bu hikâyeyi kendine temel alan Aleksandros, bir yumurta içine sakladığı yavru bir yılanın, sanki mucizeymiş gibi, insanların
gözü önünde doğumunu gerçekleştirmiş ve Glykon adını verdiği İnsan Yüzlü Yılan Tanrı’yı, “Yeni Asklepios” diye halka tanıtmıştır. Aleksandros hemen ertesi gün evinin içinde küçük bir odada karanlık bir ortam hazırlamıştı. Epeyce uzun bir kuyruğa sahip başka bir evcil yılanı boynuna dolamış, kuyruğunu kucağından yere doğru sarkıtıp; yılanın başını da koltuğunun altına saklamıştır. Sözüm ona iki gün önce doğan yavru yılan bir anda mucizevî biçimde devasa boyuta ulaşmıştı. Sakladığı yılanbaşının yerine ise keten bezinden hazırladığı, insan yüzünü andıran bir yüze sahip, kendisinin bir kukla gibi oynatabileceği bir yılanbaşı hazırladı. Yılanın dışarı uzanıp çekilen çatal dilini at kılından yapmıştı; böylece onu, ağzını oynatarak konuşur şekilde de gösterebiliyordu. Bu, durumu daha da inandırıcı kılıyordu.
Ses olayını halletmek için ise turna kuşlarının soluk borularını uç uca birleştirip yılanbaşının içinden geçirmişti, böylece onun yerine dışarıdan başkası konuşabiliyordu. Ancak Tanrının konuşması, çok para veren önemli kimseler için mümkün olacaktı.
Bir diğer yöntemi ise şuydu: Her kim neyi öğrenmek isterse bunu kağıda yazıp kapatacak ve ağzını ise mum, kil ya da buna benzer bir maddeyle mühürleyecekti açılmasın diye. Aleksandros, yazıları alarak tapınağın iç kısmına gidiyor, sonra tek tek insanları içeri buyur ediyordu. Sözüm ona mühür açılmadan öğrenmek istediklerinin cevabı, yazının altına Tanrı tarafından ekleniyor ve sahiplerine geri veriliyordu. Bu da bir mucizeydi cahil insanlar için; zira Aleksandros türlü tekniklerle mührü bozmadan kağıtları açmayı çok iyi biliyordu; metinleri okuyor, altlarına cevaplarını da kendi eliyle ekliyordu. Aleksandros, bunun cevapları yazarken, üstün zekâsını ve bilgilerini kullanıyor, hile ile birlikte olasılıkları da çok iyi hesap ediyordu.
Soruların bir kısmına dolaylı ve genel cevaplar veriyor, bazıları için ise anlaşılmaz sözler söylüyordu. Artık işler büyümeye, bir şirket gibi çalışmaya başlamıştı. Zamanla yardımcıları, casusları, kehanet yazarları, bekçileri, yazmanları olmuştu. Bir de kehanet yorumcuları vardı ki; bunlar, ileriki zamanda hızla artan insan kalabalıkları karşısında yetersiz kalan Aleksandros’un verdiği saçmasapan cevapları yorumluyor ve bundan da para kazanıyorlardı. Üstelik bunun rüşveti olarak Aleksandros’a bir de para ödüyorlardı.
Kısa sürede bu mucizeyi duyan bölge halkı akın akın Glykon’u görmeye ve kehanetini öğrenmeye gelmeye başladı. Parayla tuttuğu insanların dedikoduları sayesinde Glykon’un ve kendisinin namını kısa zamanda Karadeniz’den Anadolu’ya ve buradan da dönemim etkin siyasi gücü Roma’ya yayılmasını sağlayan sahte peygamber, eskiden önemsiz olan bu küçük kenti ise, bir dinsel kehanet ve sağlık merkezi haline getirmiş, kent halkı ise gelenler sayesinde refaha kavuşmaya başlamıştı.
Tanrının ağzından birkaç söz almak isteyen zengin insanların bir kısmı kendi geliyor bir kısmı ise adamlarını veya hizmetçilerini yolluyordu. Üst düzey yöneticiler bile bu çarkın içinde yerlerini almışlardı. Aleksandros daha da ileri giderek, Romalıların Tanrı’ya sormuş oldukları sorulardan, onların özel bilgilerini öğreniyor, bunları geri vermeyerek kendisine bağımlı kalsınlar diye tehdit malzemesi olarak saklıyordu. Bununla birlikte kentin her yerine adamlarını casus olarak yerleştirmişti; onlar sayesinde kendisine gelecek insanlar hakkında soruşturma yaptırıyor, sorunlarını önceden öğrenerek, vereceği cevapları da hazır ediyordu. O’nun kehanetlerine danışmadan savaş-barış gibi önemli kararlara imza atılmaz olmuştu artık ve bu kararlar gerçekten insanlığın tarihini değiştirir nitelikteydi. Kaçınılmaz olarak kehanetlerinde yanıldığı da oluyordu Aleksandros’un ama hepsinden sıyrılmayı başarıyordu zekâsı ve uyanıklığı sayesinde.
Hasta olanlara iyileşeceklerine dair umut vererek paralarını alıyor; onlar ölünce de yazdığı kehaneti değiştiriyordu. Savaştan önce zafer vaat ettiği komutanlar savaşı kaybedince, suçu komutanlara atıp, yine bir yolunu bulup durumu kendi lehine çevirmeyi biliyordu. Kuşkusuz, onun bu sahtekârlıklarıyla halkı kandırmasından rahatsız olan ve sesini yükselten dönemin aydınları olmamış da değildi. Ama Aleksandros ne yapıp ne edip, hatta üst düzey yöneticileri de kendisine bağlayıp muhaliflerinin sesini kısmayı başarmıştı. Aleksandros’un “düşman” ilan ettiği ve büyük bir savaş açtığı Epikürcü filozoflar vardı. Onlara karşı bir uydurma kehanet atmaktan da geriye kalmadı: “Pontos ülkesini tanrıtanımazlarla Hıristiyanlar doldurmuş. Bu adamları taşa tutun, Tanrı’nın lütfuna mazhar olursunuz”. Hatta bir keresinde herkesin içinde Aleksandros’un yalanını ayan beyan ortaya döken Epikürcülerden birisini müritlerine taşlatmaktan bile çekinmemişti.
Hem zenginliği hem de namı, alıp başını yürümüştü. Artık bir efsane haline gelmişti. Ancak çok uzun sürmedi onun bu saltanatı. Nasıl olduysa olmuş, herkesin derdine deva bulduğunu iddia eden Aleksandros, bilinmeyen bir sebeple kendi bacağının kangren olması yüzünden ölüp gitmiştir trajik bir şekilde. Onun yerine ise Romalı üst düzey yönetici tarafından bir vasi tayin etmesi istenmiş, o da bunu, belki de bilerek yapmayınca, bütün düzen bozulmuş, Tanrıya duyulan inanç da ondan sonra sadece en fazla bir yüzyıl daha etkisini sürdürmüştür.
Antik Çağ insanı kendi döneminin bilgi seviyesinde öğrenmenin veya algılamanın olası olmadığı; ölümler, doğal afetler, salgın hastalıklar, aşk acıları, geleceğin gizemli bilinmezi gibi durumlar karşısında zihnin başka bir yetisi olan inanmayı devreye sokmuştur.
Kendisinden daha iyi bilen, doğaüstü güçlere sahip, yetenekli ve elbette acılara deva olacağı iddiasını taşıyan bir diğer insansa başvurulacak ideal kişidir, çaresiz ve içinden çıkılamaz sorunlara sahip insanlar için.
Hal böyleyken her dönemde insanların, toplumların inanç ve zaaflarını kullanacak ve bundan getiri sağlayacak kişiler çıkması yine insanın doğası gereği kaçınılmaz olmuştur. Bu kişilerin kimileri bulunduğu dönemin sorunlarını ve zayıf noktaları çok iyi analiz edip, daha evrensel ölçekli çözümler üretmiş ve inanılmaya hak kazanarak tarih sayfasında onurlu yerini almışlardır. Kimileri ise küçük hesapların içinde boğulup, kendi zaaflarının tuzağına düşmüş ve tarihe “sahte peygamber” olarak geçmekten kurtulamamıştır bizim Aleksandros gibi.
HABER REVİZYON DERGİSİ EKİM 2012