Konusunu Osmanlı Tarihi’nden alan romanların yazarı Cahit Ülkü’ye, gerek internet kanalıyla, gerekse muhtelif dergilerdeki açıklamalarıyla önemli tarihçilerimizden hayli sert eleştiriler yöneltildi. Kendisine bu eleştiriler hakkındaki düşüncelerini sorduk. İşte Cahit Ülkü’nün açıklamaları…
İnternet aracılığı ile şahsıma yönlendirilmiş yığınla küfür ve suçlamaların sadeleştirilmiş hâliyle ortak motifleri şöyle:
*Ruhunu şeytana satmış bir yazar…
*Psikolojik, sinsi ve gizli propagandalar…
*Tam bir Siyonist düzenleme…
*İsrail ajanı, vs…
Bu suçlamaların önemli bölümü, sözümona milliyetçiler tarafından yapılıyor. Aslında kavrama yeteneği kıt insanları muhatap almanın gereksizliğini biliyorum; ama bu tür yaklaşımların ne menem milliyetçilik olduğunu anlamaktan da acizim.
Bakınız, 1950’li yıllardan bu yana ortaokul ve liselerde zorunlu yardımcı ders kitabı olarak kullanılan “Tarih Atlası”nda, İtalyan Site devletlerinden tutunuz da adı sanı bilinmeyen pek çok devletçiğin haritaları vardır da, Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra en uzun süre tarih sahnesinde kalmış, üstelik Cumhurbaşkanlığı forsunda bir yıldızla temsil edilen Hazar İmparatorluğu’na ilişkin tek bir harita yoktur. Ders kitaplarında ise bu muazzam imparatorluğa birkaç satırı geçmeyen küçücük bir paragrafla yer verilir. İnsan, “Neden?” diye sormadan yapamıyor. Ama esas sorun, milliyetçi geçinenlerin akıl almaz bir duyarsızlık ve farkında olmazsızlıkla neden bu gerçeği sorgulamadıklarıdır.
Değinmek istediğim diğer nokta da eğitimimize yön verenlere dek uzanan bu ilkel milliyetçiliktir. Hürrem Sultan’ın özbeöz Türk olduğunu söylememi gözardı ederek onun Musevi oluşuna ışıldaklarını dikenlere sormak gerekir: Dinsel kimliği ön plâna çıkarıp etnik kimliği hiçe saymak, milliyetçilik midir, ümmetçilik midir? Yeri gelmişken, kendi milliyetçilik anlayışımı da kısaca tanımlamak isterim. Çünkü bir kesimce de etnik milliyetçilikle suçlanıyorum.
Benim milliyetçiliğim, etnik kökenden beslenen değil, vatandaşı olmaktan gurur duyduğum Türkiye Cumhuriyeti’nin her vatandaşını hiçbir ayrım yapmadan, eşit biçimde ve yürekten sevme milliyetçiliğidir.
Bu tür milliyetçiliğin doğal sonuçlarından biri de tarihe bir övgü aracı olarak değil, insanlığın ortak etkinliğini öğrenme, yani “kendini bilme” çabası açısından sorgulayıcı tutumla ve araştırmayı tetikleyen şüphecilikle bakmaktır.
Çünkü bu ülkede eğitimimiz boyunca zorlandığımız gibi, bize sunulanı irdelemeden, gerçeği merak etmeden olduğu gibi doğru kabullenmek, insanı yalanların sarmalında, çağımızdan ve doğrulardan kopuk, önyargılı ve dolayısıyla üretmeden yalnızca dayatmacıları izleyen kısırlığa mahkûm ediyor.
Buna karşın, tarih kitaplarından ve haritalardan silinmek istenen ve tek bir bilim adamımızca hakkında çalışma yapılmamış Hazar İmparatorluğu’nu bir roman konusu olarak da olsa gündeme taşıyan ilk yazar olduğum için buruk bir gurur duyduğumu da ifade etmek isterim. Bu gururun kaynağı ilkel milliyetçilik değil, gerçeklere karşı duyulan aşktır.
“İsrail ajanlığı” etiketinin üzerime yapıştırılması da ilginçtir. Aslında İsrail, Hazar imparatorluğundan söz edilmesini ve hele o devletin Musa dinini kabullenmesini daima tepkiyle karşılamıştır ve bu yöndeki söylemlerden müthiş tedirginlik duymuştur. Çünkü onlara göre bu gerçek, “Son Hazaryalı” adlı romanımın “Son Söz”ünde açıkladığım gibi, İsrail’in varlık nedenleriyle çelişir. Bu tür nitelendirmeleri uluorta yakıştıranlar, bu “Son Söz” ü anlayarak okuyabilselerdi, benim ajan değil, İsrail’in varlık nedenine saldıran biri olduğumu sanabilirlerdi. Ama benim iki yönde de amacım yoktur. Ben, üstü örtülmüş tarih yazımına tepki duyan, ama davranışlarını bu tepkiyle oluşturmayan gerçek arayıcısı bir kimse olabilme çabasını harcayan kimseyim.
Parmak basmak istediğim en önemli nokta ise, çoğu toplumda saygın bir konuma ulaşmış kimi tarihçilerimizin gerçek bilim adamlığından ne denli uzakta olduklarını gözler önüne sermektir. Örneğin, bir dönem “Tarih Kurumu” başkanlığı yapmış, sonradan kendi isteği ile mi, yoksa gönderme yoluyla mı bu görevden ayrıldığını izleyemediğim Prof. Dr. Sayın Ali Birinci, benim yazdığım şeyler gibi şeyler yazmanın “ahlaksızlık” olduğunu söylüyor.
Kendisinden herhangi bir tekzip gelmediğine göre, bu sözlerin ona ait olduğunu kabullenmek durumundayım. Bu kişinin, muhabirin sorusuna dayanarak böylesine talihsiz bir söylemde bulunurken, aslında romanımı okumadığını düşünüyorum. Çünkü söylemlerinde romanım hakkındaki bilgisizliği buram buram kokuyor. Kendisine huzurunuzda soruyorum: Okumadığı bir roman hakkında düzeysiz sözcüklerle hüküm vermek, bilim adamlığına yakışır mı? Gerçek ahlaksızlık, bu tür tanımlamalarda bulunmak değil midir? Dahası, düşünce özgürlüğü, böylesi tavırlar sergileyen ve etiketine bakılırsa “aydın” sanabileceğimiz öğretim görevlileri aracılığı ile mi gelişip serpilebilir? Belki de ülkemizin gerçek demokrasi alanında ayıplı kalmasının bir nedeni de bu yapıdaki öğretim görevlilerinin bolluğudur.
Kendisine duyduğum saygının gereği olarak burada ismini zikredemeyeceğim bir başka duayen tarihçimiz de, “Hürrem Sultan Ukraynalıdır,” diyerek onun Hazaryalı olduğuna ilişkin tezimin gerçekle bağdaşmadığını söylemek istiyor. Bu sözlerinden, bu kişinin de kitabımı okumadan hüküm verdiği belli oluyor. Anlaşılıyor ki, son zamanların klişeleşmiş söylemiyle, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, tarihçilerimizin ortak özelliği hâline gelmiş. Ben Hürrem’in Hazaryalı olduğunu söylemiyorum, Hazaryalı anne- babadan doğduğunu ileri sürüyorum. Ayrıca onun doğum yeri olarak belirttiğim Robatyn Kasabası Ukrayna’dadır. Sanırım sayın tarihçimiz, eleştireyim derken farkında bile olmadan beni doğruluyor. Ama daha acısı, Ukrayna, en parlak döneminde Hazar İmparatorluğu’nun sınırları içindedir. Bu da gösteriyor ki, ülkemizin en önemli tarihçilerinin başında gelen bu zat, Hazar İmparatorluğu konusunda benim kadar bile bilgi sahibi değildir.
“Tarihin Arka Odası”ndaki, rolü ve özellikle “Muhteşem Yüzyıl” dizisine yaptığı danışmansızlıkla bilim çevresinde ve -az bile olsa- bilgi sahibi olanların nazarında hak ettiği üne kavuşan Sayın Erhan Afyoncu ise Osmanlı sarayında Yahudi kökenli padişah kadını olmadığını söylüyor! Ona yanıtı ben değil, bilimsel çapı ondan misli misli geniş olan rahmetli İsmail Hami Danişmend versin.
Bu saygın tarihçimiz, “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi” adlı abidevî eserinde “Selim II’nin karısı ve III. Murad’ın annesi Nurbanu Sultan Yahudi’dir,” diyor. Harem hakkındaki araştırma ve eserleriyle ünlü ve bu konularda verdiği eserleri en ciddî kaynaklardan olan Çağatay Uluçay da bu kadının Yahudi olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu belirtiyor.
Sayın Zafer Toprak ve Sayın Mustafa Armağan, “Koestler’in kitabı bilimsel değil,” diyerek bu esere dayanan tüm çıkarımların bilimsel olmadığını ileri sürüyorlar. Onlara sormak gerekir: Bir eserin bilimsel olabilmesi için mutlaka bir akademisyen tarafından mı üretilmesi gerekir? Koestler, o eserindeki sonuçlara ulaşabilmek için yüzlerce yılı kapsayan kilise kayıtlarını yıllar boyunca özenle tarayarak orada belirtilen özellikle göçleri, doğum ve ölümleri dikkate almış, konu hakkındaki bilgi ve belgeleri sabırla taramıştır. Acaba kendileri, onun bu uğurda harcadıkları zamanın onda birini, Hazarya gerçeğini anlayabilmek için harcamışlar mıdır?
Kaldı ki, bence bir serüvenci olan Alman maceracı Heinrich Schliemann, babasının ona çocukluğunda yaş günü armağanı olarak verdiği Homeros’a ait İlyada ve Odysseta adlı eserin etkisinde kalarak ve hiçbir bilimsel kariyeri olmadığı sırada Anadolu’ya gelerek hazinelerine sahip olabilmek amacıyla Troya kazılarını yapıyor ve bu antik kenti buluyor.
Yaptığı çalışma asla bilimsel değil. Ama şimdi biz, onun bu çalışmalarına bakarak sonucu ve sonucun bilimsel değerini inkâr mı edeceğiz?
Age. Cilt 2, s:555. Ayrıca yazar, bu eserinin Cilt 3, S. 1’inde “Sultan Murad’ın anası bir Yahudi dönmesi olan ve Osmanlı sarayında Yahudi nüfuzuna kapı açan Nûr Bânû Sultandır” diyor… (Doğu Kütüphanesi yayınları)
Sayın İlber Ortaylı ise, yüzeysel bir yaklaşımla “Romandaki tezler şarlatanlıktır,” diyor. Sakın gerçek şarlatanlık, okumadığı, bilgi sahibi olmadığı bir roman hakkında böylesine tanımlamalarda bulunmak olmasın? Bu apoleti kalabalık kişiler şunu unutmasınlar ki “bilmek ile bilim adamlığı” çok farklı şeylerdir. Ben bu kişinin yerinde olsam, öncelikle Y. Hakan Erdem’in “Tarih-Lenk” adlı araştırmasında sergilenen ayıplarımı nasıl temizleyeceğimi düşünürdüm. Ayrıca bazı sözlerin bumeranga benzediğini, dönüp dolaşıp sözün sahibini tanımlayabileceğini de hesaba katardım.
Televizyonda katıldığım bir programda söz bana verilince, sorulan soruyu açıklamama yardımcı olacağı için Hazar İmparatorluğu’nun Cumhurbaşkanlığı forsunda bir yıldızla temsil edildiğini henüz söylemişim ki, bir dönem Türk Tarih Kurumu Başkanlığı görevini yapmış olan bir profesör telâşla sözümü keserek, aslında bu forsa biri Memluklar, diğeri Safeviler olmak üzere iki yıldızın daha eklenmesi gerektiğini öne sürerek uzun uzadıya konuştu. Hep düşünmüşümdür, bu zat evinde vicdanıyla baş başa kaldığında acaba “Adam ne diyecekti, ben neler söyledim?” diye düşünmüş müdür? Hiç sanmıyorum. Belki de onunki Hazar İmparatorluğu konusunda eksikli olmasının içtepisi idi. O gün, beni programa davet eden Sayın Balçiçek İlter’i zor durumda bırakmamak için masadan kalkmadım, ama önümdeki kâğıtlara karikatürler çizerek vakit geçirdim.
Hazarya konusunu, şu gerçeği dile getirerek kapatmak istiyorum:
Ne yazık ki dikkatle, sabırla aramama karşın, bizim tarihçilerce kaleme alınmış bırakın kapsamlı bir araştırmaya, tek bir makaleye dahi rastlayamadım. Eğer rastlayan varsa ve bana bildirirse inanınız ki çok sevineceğim.
Aslında bu açılamalarımla ortaya çıkan acı gerçek, ünlü tarihçilerimizin Hazar İmparatorluğu konusundaki korkaklığa varan ürkeklikleri ve ansiklopedik verileri aşamayan bilgisizlikleridir. Belki onlara göre Bruno akılsızlığı, Galileo ise aklı temsil ediyordur! Kanımca bu sonuç, uzun uzadıya irdelenmelidir.
“Tarih Araştırmacısı ve Yazar” olarak tanıtılan Sayın Mustafa Armağan, “Sarı Selim” adlı romanımda öne sürdüğüm bir sava karşı gelmek için, Ertuğrul Gazi’nin Ahvat’tan ilk girişinde “Ezan okunmuştur!” diyor. Sayın araştırmacı sanırım son araştırmaları inceleyememiş; çünkü inceleyebilseydi, Ertuğrul Gazi’nin “Ahvat’tan ilk girişi” gibi bir olayın artık söz konusu olmadığını öğrenirdi. Ayrıca, çok önemli olguların sisler arasında kaldığı bir dönemde, Ahvat’ta ezan okunduğunu bilebilmek ancak vahiy yoluyla mümkündür. Kaldı ki, yabancı tarihçilerden Gibbons, “Vazıhan görülüyor ki Osman ve aşireti, Söğüt’e gelip yerleştiklerinde müşrik idiler,” diyor. Ayrıca Nöldeke’nin, Rambaud’nun, F. Babinger ve H. Grousset’nin kabul ettikleri görüş de bu yönde. Bizim tarihçilerden Halil İbrahim İnal da “Ertuğrul ve oğlu Osman Anadolu’ya geldiklerinde Müslümanlıkla ilgileri yoktu,” demektedir. Daha önemlisi, Neşri, ünlü eseri “Kitâb-ı Cihan-Nümâ” sayfa 79’da Osman gazi döneminden söz ederken “Kâfiri yakup ol namdar, Din-i İslâm’ı etti aşikâr,” demekte, Oruç Bey ise Neşri’nin Osman Bey dönemine atfettiği bu sözleri Orhan Gazi dönemi için tekrarlamaktadır. Anonim “Tevarih-i Âl-i Osman” da aynı bilgiyi verir. “İslâm’ı etti aşikâr” sözünün ne anlama gelebileceğini, sayın okurların takdirlerine bırakıyorum.
Şurası önemle dikkate alınmalıdır ki, eserinde açıkladığı gibi Âşıkpaşazade, kuvvetle muhtemel olarak Neşri, Oruç Bey hatta adı bilinmeyen “Tevarih-i Âl-i Osman” yazarı, eserlerindeki bilgileri, Orhan Gazi’nin imamlarından olan Dursun Fakih’in kayıp eserinden derlemiştir. Osman ya da Orhan Gazi’nin Müslüman olduklarını açıkladıklarına ilişkin bilgiyi de ondan aldıkları kuvvetle muhtemeldir. Bu yazarlar, Osmanoğullarının o döneminde geçerli olan egemen değerler gereğince Müslüman olduğunu belirtme gayretini sergilerlerken, bilimsel ahlâkları gereğince, hep aynı sözcüklerle gizlenmeye çalışılan gerçeğe değinme zorunluluğunu duymuşlardır. Keşke bizim tarihçilerin de hepsi, onlar kadar bilimsel ahlâka sahip olabilselerdi!
Elbette ona nasıl konuşması gerektiğini öğretmek haddime değil, ama sayın araştırıcı da mesnetsiz kesin hükümler ileri süreceğine, “Bu yönde iddialar varsa da kesin deliller yoktur,” diyebilseydi, bence daha bilimsel bir dil kullanmış olurdu.
Bu konuyu açıklarken, bir başka üzücü gerçek de su yüzüne çıkıyor. Ne yazık ki tarihçilerimiz, Neşri ve Oruç Bey gibi kaynak kabul edilen kimselerin bu sözleri üzerinde yeterli özenle ve dikkatle hiç durmamışlardır. Bu korkudan mı yoksa yüzeysellikten mi kaynaklanıyor, bu noktaya ancak kendileri açıklık getirebilirler. Kimbilir, belki de “Bu görüşler bilimsel değildir,” deyip geçmişlerdir.
Saygın bilinen kimi tarihçilerin bu yürek yaralayıcı tutum ve kapasiteleri, beni gerçekten çok üzmüştür. Galiba bir tarihçinin, “Tarih, tarihçilere bırakılamayacak denli önemlidir,” demesinde büyük gerçeklik payı var. Bu primitif yaklaşımlar beni o denli üzüyor ki, bu üzüntünün etkisiyle, ileride “Yurdumun Tarihçileri” başlığını taşıyan bir inceleme kitabımda konuya her boyutuyla değinmeyi dahi plânlıyorum.
Bu sayımızda Cahit Ülkü’nün eleştirdiği sayın tarihçilerimizden her birine teker teker ulaşarak onlara cevap haklarının bulunduğunu ve karşı görüşlerini serbestçe dile getirebileceklerini, görüşlerini bu sayımızda olduğu gibi yayınlayacağımızı ilettik.
Tarihçilerimizden yalnızca biri yanıtlarını göndereceğini bildirdi. Ne yazık ki dergimiz yayına girerken yanıt gelmedi.
Haber Revizyon dergisi “Basın Ahlâk Yasasına” uymayı taahhüt etmiştir ve cevap hakkına saygı gösterir. Bu nedenle bu tarihçilerimizden herhangi bir yanıt geldiğinde, bu yanıtları aynen yayınlayacağımızı kendilerine ve değerli okurlarımıza özellikle duyururuz.