Birinci Haçlı Seferini izleyen yılların ve II. Kılıçaslan döneminin Anadolu’daki belki de en önemli ve üstelik geleceği inşa eden olayı, 17 Eylül 1174 tarihinde Denizli/Çivril dolaylarında yapılan Miryokefalon (Myriokephalon) savaşıdır.
En başta vurgulayarak söylemek istediğim nokta, bu savaş konusunda Türk tarihçilerinin ve onlardan edindikleri bilgileri öğrencilerine aktarma durumunda olan öğretmenlerimizin beni isyan edecek hâle getiren duyarsızlığı, ilgisizliği ve şaşılası körlüğüdür. Çünkü Dumlupınar Meydan Savaşı’nı anlatmaya başlayanların, ondan yaklaşık 750 yıl önce, üstelik aynı maksadı güden güçlerin benzer saldırıları sonucunda meydana gelmiş olan Miryokefalon savaşıyla anlatımlarına başlamaları gerekirdi. Üstelik bir öğretmen, konu “30 Ağustos Savaşı” na geldiğinde, “Sizlere önce bu savaşın 750 yıl önceki versiyonunu anlatmalıyım,” diye söze başlayabilseydi, hem kendisi, hem de öğrencileri tarihi daha çok seveceklerdi.
Tarihten ders alınacaksa, neden-sonuç ilişkileri açısından benzer olayları aynı fotoğraf karesine yerleştirmek zorunludur. Ama bu zorunluluğu yerine getiren tek bir yorumla, öğrenciliğim boyunca tarih öğretmenlerimin tek bir değinisiyle ne yazık ki karşılaşmadım ve inanıyorum ki okurlarım da karşılaşmamışlardır.
Bir süre için bu tepkilerimi içime gömerek ve esas değineceğim noktalara hiç yakışmayacağını bilerek konu hakkında verilmesi gereken kısa ön bilgileri sunacağım. Ama bu bilgi aktarımlarında, bu savaşın 750 yıl sonraki tekrarıyla benzerliklerine de zaman zaman değineceğim.
O yıllarda Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos, Türkleri Anadolu’dan temelli söküp atarak Malazgirt yenilgisinin rövanşını almayı ve böylece Anadolu’daki Bizans egemenliğini yüz yıl önceki konumuna getirerek tarihte nam bırakmayı hayal ediyordu. Bu nedenle hazırlıklara başladı ve imparatorluğun tüm kaynaklarını seferber ederek önünde hiçbir düşmanın duramayacağı sanılan muazzam bir ordu oluşturdu. 750 yıl sonra da Anadolu’ya çıkan Yunan ordusu karşısında Türklerin duramayacağı ve daha sonra, Yunan savunma hatlarını hiçbir ordunun aşamayacağı sanılıyordu. Selçukluların üzerine yürüyen imparatorun ordusu, gerek savaşteçhizatı, gerekse savaşçı sayısı açısından gerçekten de dönemin en güçlü ordularındandı.
Bu savaşta yeterince mercek altına alınmamış olayların başında, Anadolu halkının o ezici orduya karşı halk kalkışmasıyla direnişidir. Nitekim hedefine doğru ilerlerken önüne çıkan her engeli silindir gibi ezip geçmeye kararlı bu üstün donanımlı heybetli orduya büyük kaybı, Konya yolunu kapatmak isteyen Kumdanlı geçidi çevresindeki halk verecektir.
Kumdanlı yolunu kapatarak Bizans ordusunun Bolvadin üzerinden ovaya inmesini önleyen ve onlara tek seçenek olarak Düzbel geçidini bırakan Selçuklu taktiği, savaşın kaderini belirlemiştir. Nitekim Eğridir gölünün hemen doğusundaki “Gelendost” yerleşkesine bu adın, II. Kılıçaslan’ın direnen halka yardıma o yönden gelmesi nedeniyle verildiği söylenir ve yörede o günlere ilişkin öyküler bugün bile anlatılır.
Onların yaşamlarını hiçe sayarak sergiledikleri mücadele, bana hep Müdafaa-i Hukuk anlayışının oluşturduğu ruhu ve direnişi anımsatmıştır. Ama benzerlikler üzerindeki tartışmaları biraz erteleyecek olursak, başlaması devlet tarafından organize edilmemiş halk direnişinin sergilediği en önemli sonuç, Anadolu’daki Türklerin, tıpkı 1919 yılından sonra olduğu gibi, bu yarımadayı mutlaka savunulması gereken yurtları olarak yürekten benimsediklerini göstermeleridir.
Manuel, Selçuklu başkenti Konya’yı ele geçirmeği amaçladığından yanında mancınıklar ve döneminin en gelişmiş ağır kuşatma âletlerini de getirmişti. Selçuklu ordusu, harp teçhizatları açısından Bizans ordusundan hayli geride ise de, hatta belki de ok ve yaydan başka silâhları olmasa da, ağırlıkları hareketlerini zorlaştıran Bizans ordusuna oranla daha üstün hareket yeteneğine sahipti. Selçuklular bu avantajlarını iyi kullanarak ani baskınlarla ve halkın da yardımıyla hantal Bizans ordusunu Denizli’nin Çivril ilçesindeki Düzbel geçidine girmeye yönlendirdiler. Bizans İmparatoru ordusuna o denli güveniyordu ki, bu geçidin nasıl bir kapan olduğunu bilmesine karşın bazı komutanlarının uyarısına kulak asmadı; yolu uzatmaktansa kestirmeden Konya’ya ulaşabilmek ve son hedefine bir an önce varabilmek amacıyla bu yola saptı. Hiçbir gücün kendisini engelleyemeyeceğine yürekten inanıyordu çünkü.
Belki de Kılıçaslan’ın alkışlanacak öngörüsü, Bizans İmparatoru’nun iç dünyasını avucunun içi gibi bilmesiydi. Gerçekten de II. Kılıçaslan’ın bu savaşı yönetirken gösterdiği yetenek, ancak kumandan dehasının göstergesi olarak tanımlanabilir.
Tarihçiler, çıkışında terk edilmiş Miryokefalon kalesinin bulunduğu dar geçide imparatorun girdiği sırada hava şartlarının aniden bozulduğunu, şiddetli fırtına nedeniyle geçidin görüş ufkunu karartan toz bulutlarıyla örtüldüğünü uzun uzadıya anlatırlar. Manuel, kişisel dostu da olan İngiltere kralına yazdığı mektupta bu ortamı şöyle anlatıyor: “Kalkan geniş toz bulutundan askerler bastıkları yerde ne olduğunu göremez hâle geldiler. İnsanlar ve atlar birbirlerini çiğneyerek engel tanımaksızın ileriye atıldıklarında, yakındaki bir uçurumdan derin vadiye döküldüler. Böylece yalnızca erlerin değil, en ünlü şövalye ve yakın akrabalarımızdan bazılarının ölümüne yol açıldı.”
Manuel ve onun mektubunu belge sayan kimi tarihçiler böyle söylüyorlar, ama savaşın geçmesi olası geçidi bilenler, orada tozun oluşmasına dahi izin vermeyecek denli sarp ve cilâlı kayaların, korkunç uçurumların ve çağıldayan ırmağın çıkardığı tüyler ürpertici ve kulak sağır edici çağıltıların bulunduğunu anlatırlar. Bence imparatorun anlattıkları, ağır yenilgisine kılıf hazırlamak içindir. Belki de imparator, bilmekle görmenin farklı şeyler olduğunu geçide dalınca anlamıştı; ama iş işten geçmişti.
Tarihçiler de onun anlattıklarını tek bir topoğrafik inceleme yapmaksızın hemencecik kabullenerek “Bizans ordusunu Türkler değil de tozlar yenmiştir,” gibisinden sonuç çıkartılmasına âlet oluyorlar.
Batılı tarihçilerin Türk başarısını örtbas etmeyi amaçlayan bu tutumları doğal karşılanabilir ama Türk tarihçilerin bu söylemleri mantık süzgeçlerinden geçirmeden ve kendi yurtlarındaki savaş yerini iyice incelemeden doğru kabul etmeleri affedilir cinsten savsaklama değildir.
Eleştirilere bu noktada ara vererek konumuza dönelim: Önce geri çekilerek Bizans ordusunun tam mevcuduyla geçide girmesini sağlayan I. Kılıçaslan’ın askerleri, ürkünç coğrafyanın, doğadaki kükreyişlerin şaşkınlık içine sürüklediği Bizanslıları ok yağmuruna tuttular. Bizans ordusu Türk baskını sonunda olduğu yerde yığılıp kalmıştı.
Bu savaşta Türklerin ana stratejileri, hücumlarını ordunun yalnızca baş ve son taraflarında yoğunlaştırmasıydı. Zaten Selçuklu askerleri, geçidin girişinde ve çıkışında kümelenmişlerdi. II. Kılıçaslan, yüz yüze geldiklerine delinmez zırhlar içindeki yetenekli Bizans piyadeleriyle kendi askerlerinin baş edemeyeceğini bildiğinden, hep onların erişemeyecekleri, askerlerin yüz yüze gelmeyecekleri mesafede kalarak savaşı uzaktan sürdürdü. Belki de 100.000’den çok fazla insanın üzerine bir anda yağan ve belli bölgelere yoğunlaşan 40-50.000 ok, verdirdiği onca kayıptan başka kesinlikle olağanüstü kargaşa yaratmıştı.
Böylece önleri ve arkaları ölen atlarla, devrilen devasa kuşatma âletleriyle ve arabalarla tıkanan Bizans ordusu, orta yerde sıkışıp kaldı; ne geri çekilebildi ne de yoluna devam edebildi; o panik içinde birbirlerini kırıp geçirdiler. Manuel’in sözünü ettiği uçuruma düşmeler, bu panik sırasında olsa gerek.
Kılıçaslan, bu dev orduyu bütünüyle yok edemeyeceğini anlayınca, imparatora barış önerecek ve ağır yenilgisini açıkça gören imparator, barış karşılığında kendisinden istenenleri duraksamadan kabul edecektir.
Bu savaş sonucunda, askerî gücü felç olan Bizans savunmaya geçmiş ve her türlü atılgan siyasete son vermiştir. Ayrıca Bizans, ekonomisi açısından da tam bir çöküntü içine girmişti. Savaşın başka önemli sonucu da Haçlı Seferleri’yle Bizans’a geçen üstünlüğün yeniden Türk tarafına geçmesidir. Savaşın önemli sonuçlarından biri ise, bu savaştan sonra Bizans-Selçuklu dostluğunun halk kesimleri arasında iyice yaygınlaşması ve Selçuklularla Bizans’ın ya da ardıllarının arasında, ta Ulusal Kurtuluş Savaşı’na dek bu çapta önemli bir savaşın yapılmayışıdır.
Yukarıda sıraladığım sonuçlardan çoğu, tarihçiler tarafından da dile getirilmiş olan ama asıl konunun önemi yanında minicik ayrıntılar olarak kalan bence teknik ve ikinci derecede önemli öne sürümlerden ibarettir. Bu nedenle, Miryokefalon Savaşı hakkında birkaç fotoğraf vermekle yetinip bence çok önemli olan, ama ne yazık ki sorumsuzluk olarak değerlendirmek zorunda kaldığım tutumlar sergileyen tarihçilerimizin, eğitimcilerimizin ve tüm ilgililerin şaşılası vurdumduymazlık içinde hiç değinmediği bazı noktaları yeniden vurgulamak istiyorum:
Miryokefalon Savaşı garipsenecek şekilde unutulmuş, daha doğrusu nedenini anlamakta zorlandığım tutumla unutturulmuştur.
Oysa bu savaşın, yaklaşık 750 yıl sonra hemen hemen aynı yörede ve benzer mevsimde yapılan Dumlupınar Meydan Savaşı ile büyük benzerlikleri vardır.
Sonuncusunda I. Dünya Savaşı’nın galip devletleri tarafından önü açılan Yunanlıların Türkleri Batı Anadolu’dan kesin olarak söküp atmak amacıyla saldırmaları gibi, öncekinde Haçlılar tarafından önü açılan Bizans’ın aynı amaçla saldırması, en belirgin benzerliktir. Her iki savaşta da Türkler, var güçleriyle son vatanlarını korumuşlardır.
Miryokefalon savaşından sonra Batı Hıristiyanlığı Anadolu’dan “Türkiye” diye söz etmiş, böylece Türklerin bu coğrafyadan sökülüp atılmayacağını “şimdilik” kabul ettiğini göstermiştir. 30 Ağustos zaferinin sonucu olan Lozan Antlaşması da benzer durumun bana göre “şimdilik” onaylanmasıdır.
Türkler bu iki savaşın birinde yenilselerdi, İran yaylalarında yerel halka karışarak eriyip yok olacaklardı.
Ama bu arada dikkatleri çekmek istediğim önemli bir nokta daha var. Batı Hristiyanlığı, kendi uygarlıklarının beşiği olarak değerlendirdiği Anadolu’nun Müslüman Türklerin elinde oluşunu bugünler dâhil tarihin hiçbir evresinde içlerine sindirememiştir.
Her ne kadar evrensel koşullar çok değişmiş olsa da, tıpkı Miryokefalon’dan 750 yıl sonra, yirminci yüzyılın başlarında hortlayan hevesler gibi, benzer doğrultuda yeni heveslerin gelecek günlerde de uyanabileceğini varsaymak, bu heveslerin çağın değerler sistemi içinde tezgâhlanabileceğini beklemek, asla yersiz kuşku ve vehim olarak değerlendirilmemelidir. 30 Ağustos Zaferi anlatılırken, bu nokta önemle vurgulanmalıdır.
İstanbul, umutlarının ve hayallerinin başkenti olarak Yunanlıların zihinlerine, özellikle batılılar tarafından silinmez biçimde kazınmıştır. Kıbrıs konusunda batının topluca sergilediği çifte standart da onların geleneksel eğilimlerini açıkça göstermektedir.
Acaba Osmanlılar, bırakalım güçlü dönemlerini, on dokuzuncu yüzyılda, artık “Megalo-idea”yı uluorta gündeme getiren kimi Yunanlı çevrelerin varlığına karşın Yunan ordularının İzmir’e çıkararak Türkleri Anadolu’nun doğusuna sürmek için yarımadanın kalbine doğru ilerleyebileceklerini ve orada bir ölüm-kalım savaşının yapılacağını akıllarının köşesinden geçirebilirler miydi?
Ama ne yazık ki, “Megalo-idea” dendiği zaman tüyleri diken diken olan tarihçiler dahi bu konuda suskun kalmışlardır. Oysa “atomu” anlatmaya başlayan bir fizikçi konuya maddenin en küçük parçası olan atomun bölünmezliğini ilk kez öne süren Demokritos’u anarak girer. Bence 30 Ağustos Zaferini anlatmaya başlarken de, aynı o fizikçi gibi, önce o savaşın tam bir versiyonu olan Miryokefalon Savaşı’ndan söz etmek, her ikisi de Türkleri Anadolu’dan atmak için çıkarılan bu iki savaşın benzerliğini ve gelecekte yeniden gündeme gelebileceğini, ilkinde Kılıçaslan’ın, ikincisinde Mustafa Kemal’in üstelik daha kapsamlı vizyon ve deha ile batılı yüreğine çakılıp kalmış ezeli ve ebedî özlemi nasıl “ötelediklerini” vurgulamak gerekir.
Batının bu kabullenmemelerine baraj olabilecek yegâne güç, kanımca, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yandan ekonomisini güçlendirirken öte yandan laik-demokratik yapısını geliştirmesi, hatta bu yönde çağının düzeyini bile aşması ve batı ile karşılıklı çıkarlara dayalı evrensel boyutta yüksek hacimli ticari ilişkiler kurabilmesidir. Çünkü batının en iyi anladığı dil, ekonomik çıkarlarıdır ve siyasetçileri, ekonomilerinin patronlarına kulak vermek zorundadırlar.
Gerçek çözüm ise, şu anda fantezi olarak görünse de, özellikle batılı entelektüel marjinallerin zaman zaman dile getirdikleri gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Yunanistan’ın bir federasyon kurarak tek devletin çatısı altında birleşmeleridir. Tabi bu teze iki taraftan da şiddetli ve hiddetli karşı çıkışlar olacaktır. Ama bence Türk ve Yunan aydınları bu ideal üzerine odaklaşarak çağın en büyük sentezlerinden biri olabilecek bu oluşumu gerçekleştirebilmek için düşünsel alt yapı oluşturma yolunda ortaklaşa çalışmalar yapmalıdır.
Bu gayretlerin önündeki engel, halklar arasında düşmanlık yaratmayı kendi çıkarları için ucuz araç olarak gören politikacılardır. Özellikle Yunan tarafında bir kesim, bence yenilmişliğin ezikliği ile bu düşmanlığı pekiştirmek için ellerinden geleni esirgememiştir. Oysaki halklar, birileri araya fit sokmadıkça, çağların ötesinden gelen alışkanlıklarıyla kaynaşmaya hazırdır.
Rodos’a bir gidişimde uğradığım Rum kahvesinde, elinde tespihiyle, üç sandalyede oturuşuyla, yan yatmış kasketiyle Anadolu’nun bir ilçe kahvehanesindekilerden en ufak farkı olmayan erkekleri gördüğümde, benden olan bir yerde bulunduğumu hissettim ve o insanlarla kolayca ve içtenlikli iletişim kurabildim. Kavala’da, Gümülcine’de, Ege adalarında hatta Selanik’te de benzer tablolarla karşılaşmıştım.
Denecektir ki, Kıbrıs’ta bir araya gelemeyen iki ulusun böylesi bir birliktelik kurması olanaksızdır. Ama Kıbrıs’taki batının sinsi rolünü göz ardı etmeyelim. Acaba, Balkanlarda her farklı etnik kökenden gelme insanların ayrı devletlere sahip olması gerektiğini savunan Batı, Kıbrıs’ta bu savundukları gerçekleşmişken neden farklı etnik kökenden gelenlerin aynı devlet çatısı altında birleşmelerini dayatıyor?
Kuşkusuz Türk-Yunan bütünleşmesi hem Akdeniz’in en güçlü devletini oraya çıkaracağından bu oluşumu çıkarlarına aykırı gören çoğu batılı güçlerce hem de ucuzcu politikacıların kışkırttıkları iki taraftan halk kesimlerince yoğun direnişle karşılanacaktır.
İşte tarafların aydınlarına düşen görev, bu direnişi kırabilecek altyapıyı hazırlamaktır.
Batının yanı başındaki Müslüman Türkiye’yi bir türlü kabul edemeyişine bir diğer örnek de ülkemizin Avrupa Birliğine girmesi konusunda takındıkları tutumlarıdır. Sanırım 2004 yılında başlayan uyum müzakerelerinin başlamasına onay verdiklerinde, zihinlerinin arka plânında Türkiye’nin gerekli koşulları asla yerine getiremeyeceğini düşünüyorlardı. Hatta bu birliğe girebilmemiz için en önemli unsur olan ordunun siyaset üzerindeki vesayetini resmen dile getirmeyişlerinin nedeni, olur da her koşul yerine getirilirse, yerine getirilmesi olanaksız bu koşulu son anda öne sürerek kapılarını Türkiye’ye kapatmayı hesap etmeleriydi.
Ne var ki Türkiye bu koşulu, onlardan resmî istekler gelmeden kendiliğinden çözdü ve batı şaşkınlık içinde kaldı. “Mestrit Kriterleri” onlar için yerine getirilmesi “Kopenhag Kriterleri”nden daha zor koşullardı. Enflasyonun tek rakamlı düzeye indirilmesi, iç ve dış borçların milli gelire oranında tutturulması zorunlu olan düzey, hep Türkiye’nin önündeki aşılamaz engellerdi. Son on yıllarda IMF’le yatıp kalkan Türkiye’nin bu kuruma borç verebilecek duruma gelmesi, bir zamanlar 70 sente muhtaç iken pek çok ülkeye önemli tutarlarda yardım yapabilmesi, onlar için hayal dahi edilemeyecek gelişmelerdi.
Türkiye bütün bu aşılamaz sanılan zorlukları aştı, ama aynı koşullar açısından kendisinden çok daha geride olan ülkeler Avrupa Birliği’ne alınırken, bekleme odasında kalmaktan kurtulamadı. Sanıyorum bir gün Avrupa, birliğe girmemiz için yalvarırken Türkiye kendisine “artık” yarar getirmeyecek bu daveti reddedecektir.
Bu sürecin başlangıcı Miryokefalon savaşı ise, mührü 30 Ağustos zaferidir. Ama Miryokefalon Savaşı, izlediğiniz değerlendirmeleri kapsayacak boyutta ne yazıktır ki ele alınmamıştır, ya da ben bu türden değerlendirmelere ulaşamadım.
Her ne olursa olsun, bu yazımda Türk Tarihi açısından belirleyici nitelikteki bir olayı bu yönüyle gündeme taşıyabildiğim için, kendimi şanslı buluyor ve bir görevi yerine getirdiğim için huzur duyuyorum.