Cahit Ülkü – Osmanlı Öncesi Anadolu’su

Haber Revizyon Dergisi’nin bu ve gelecek iki sayısında, Osmanlı Devletinin kuruluşundan önceki Anadolu’nun üç önemli özelliği konusunda düşüncelerimi anlatacağım. Bu sayıdaki konumuz ise, “Türklerin Anadolu’ya göçleri bir istilâ mı idi?” sorusuna yanıt aramaktır.

Hemen söylemeliyim ki Türkler, özellikle Anadolu’dan başlayan serüvenleri boyunca bir an olsun batılıların anladıkları anlamda istilâcı olmamışlardır.

Stefanos Yerasimos, “Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri bir fetihten daha öte bir şeydir,” demektedir.

Gene Claude Cahen’in saptamasına göre ise, “Anadolu’nun Türkler tarafından fethedilmesi ve Türkiye diye bir ülke hâline gelmesi, Avrupalılara her zaman kavranmayacak, kabul edilmeyecek ve biraz da hazmedilmeyecek bir durum olarak gözükmüştür.”

Bu durum doğaldır, çünkü onların özgeçmişleri Anadolu deneyiminden yoksun olduğu gibi zihinleri “Helen uygarlığı” kavramına tutsak düşmüştür. Çünkü kendisine etnik temelde bir özgeçmiş kuramayan batı, bu özgeçmişi kültürel temelde aramaya başlamıştı.

Onlar, Türklerin girmeye başladıkları Anadolu’yu son derecede gelişmiş ve kendilerinin de parçası olduğu Roma İmparatorluğu’nun görkemli uygarlığını barındıran bir ülke olarak görüyorlardı ve Anadolu’nun Türkleşmesini şaşkınlıkla karşılıyorlardı.

Nitekim Rus tarihçi Vasiliev, Abriss Gelzer’den aktardığını söylese de ona katıldığını belli ederek, “Türkler, göçebe çadırlarını eski Roma ihtişamının üzerine kurdular. Medeniyetin beşiği, vahşi kuvvetlerin ve barbar Müslümanlarım avı oldu,” diyor. Ama yola çıkarlarken diktikleri landmarklar sakat olduklarından onlara dayalı tüm çıkarımları da sakatlığa mahkûmdu.

Dikkat çeken nokta, yerlilerin yeni gelenlere karşı sistemli bir düşmanlık duygusu beslemeyişidir. Dahası, Türklerin ilerleyişini kendilerine karşı bir hareket değil, Bizans’ı cezalandırma olarak değerlendirmişler ve bu cezalandırmadan hoşnut da kalmışlardır.

Ağır vergilerden ve feodallerin baskılarından, katlanılması zor angaryalarından bunalan yerli Hıristiyan halklar, Bizans yönetiminden medet umacaklarına, onları bu baskı ve angaryalardan kurtaran yeni gelenlerle dostluk kurmayı yeğlemişlerdir.

Zaten kendilerini Bizans yönetimince terk edilmiş hissediyorlardı. Bu nedenle, hangi etnik kökene mensup bulunursa bulunsunlar, Anadolu’nun yerli Hıristiyanları, Türklerin egemenliğindeki yeni durumlarından ziyadesiyle memnundular.

Bazı Bizans tarihçileri, XII. yüzyılın ilk yarısında Beyşehri Gölü civarında oturan Rumlarla Türkler arasında sıkı ilişkiler olduğunu, bu ilişki nedeniyle Rumların bazı Türk âdetlerini ve davranış biçimlerini kabul ettiklerini, bu dostça ilişkiler sonucunda ve belki de Türklere güvenerek Bizans İmparatoru’nun emirlerini umursamadıklarını yazmışlardır.

Öyle görünüyor ki, mezhepsel ayrılıkların ve sürtüşmelerin Türkleri fazlaca ilgilendirmemeleri, bir mezhebi diğerine yeğ tutmamaları, daha önemlisi de insana gösterdikleri içtenlikli saygı, böyle bir sonucun çıkmasında etken olmuştur.

Kuşkusuz bu tavırda Hoca Nasreddin, Yunus Emre gibi Anadolu hümanizmasının ve onları tarihin lâbirentlerinde yitikliğe terk etmeseydik dünya hümanizmasının öncülerinden sayılabilecek bu gibi kişilerin büyük payları vardır.

Nitekim on ikinci yüzyılın sonlarında, Romalılara karşı oluşuyla ünlenmiş Teodara Balsamon, “İnsan ruhuna saygı gösteren Türklere teslim olmayı, insan ruhunu tehdit eden Franklara teslim olmaya yeğ tutmuştur.”

Öte yandan Anadolu’da geleceklerini tehdit altında gören Türk beyleri, Suriye, Mezopotamya ve Irak gibi hükümdarları Türk ve halkları Müslüman olan ülkelere sığınacaklarına Bizans’a ya da Kilikya’daki Ermenilere sığınmışlardır.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve Selçuklu hanedanının en önemli kolu olan Kutalmışlardan bir prens ve daha sonra Selçuklu Sultanı Keykavus, oğluyla birlikte Müslüman ülkeler yerine Bizans’a sığınmıştır.

Bu durum şunu göstermektedir: Türkler, egemenlikleri altına almaya koyuldukları yeni ülkenin yerlileri arasında, halkı Müslüman olan ülkelerde olduklarından çok daha rahat ediyorlardı. Bize ulaşan belgelerde açık seçik görüldüğü gibi “Türkler, kâfirler arasında kendilerini kendi vatanlarında hissetmişlerdi.”

Osmanlı öncesindeki Anadolu’nun en belirgin özelliği, Türklerle yerli Hıristiyanların, dindaşlarıyla olan ilişkilerinden çok daha yakın ve dostça ilişkileri birbirleriyle kurabilmiş olmalarıdır.

Türklerin Anadolu’ya yoğun olarak girmeye başladıkları sıralarda Bizans’ın ve Hıristiyanlığın yerli halk üzerindeki bir zamanların güçlü etkisi oldukça zayıflamıştı. Bu çözülmenin de katkısıyla, Türklerin girişleri Hıristiyanların Müslüman olmalarını teşvik etmiştir. Hatta zaman zaman ilk günahtan arınmış olarak doğmanın bile bu seçimi kolaylaştırdığını düşünebiliriz.

O yıllarda zorla din değiştirildiğine işaret eden tek belge ve bilgi mevcut değildir. Bu süreçte yerli halktan kızların yeni gelen Müslüman erkeklerle evliliklerinden doğan çocuklar kuşkusuz Türk kimliği edinerek, ama annelerinden ve hâlâ ilişki içinde oldukları ve eski inanç biçimlerini koruyan yakın akrabalarından edindikleri kadim Anadolu kültürüyle de beslenerek büyümüşlerdir. Bu da Anadolu’da, etkilerini bugün de görebileceğimiz yeni bir kültür kaynaşması yaratmıştır.

Bu öyle bir kültür kaynaşmasıdır ki, bugün bile Anadolu’da hilâlli, haçlı ve Davut yıldızlı mezarları yan yana görebiliriz. Bunun dünyada başka örneği var mıdır bilmiyorum, ama İstanbul’un Zeyrek semtindeki bir caminin halk arasında “Kilise Camii” diye isimlendirilmesinin başka bir örneğinin olmadığına eminim.

Herhâlde “Sinagog Kilisesi” ya da “Kilise Camii” adını taşıyan bir mabet, dünyanın hiçbir ülkesinde yoktur. Hatta birisi böyle bir isim koymayı önerseydi, hiç kuşkum yok ki o kişi Engizisyon kararıyla bir meydanda diri diri yakılırdı. Yalnızca bu örnekler bile, Türklerin Anadolu’ya istilâcı olarak gelmediklerini kanıtlamaya yeter.

Yukarıda sözünü ettiğim aşılamaya ek olarak bazı Gürcü, Ermeni ve Greklerin Müslümanlığı topluca ve kendi istekleriyle kabul etmeleri, ırksal kaynaşmayı hızlandırdığı kadar kültür kaynaşmasını da hızlandırmış ve çeşitlendirmiştir.

Her ne kadar kendi bazı değerlerini korumuş olsalar da kültürel ve etnik açıdan Türkleşen bu grubun ve farklı etnik kökenlerden gelenlerin evlilikleri sonucunda doğan çocukların etkisiyle muhakkak ki yeni bir Türk tipi oluşmuştur. Bu yeni tipin, kültürel yapısıyla olduğu kadar fiziksel görünümüyle de yüz yıl önceki akrabalarından hayli farklı olmaları çok doğaldır. Bugünkü Anadolu, işte bu sürecin oluşturduğu ve Orta Asya Türklerinden çok farklı olan yeni Türk tipinin yaşadığı coğrafyadır. Hatta daha da ileri giderek şunu da söyleyebiliriz ki günümüzün Anadolu’sunda köken itibarıyla nüfusun çoğunluğu Balkanlıdır.

On üçüncü yüzyılda Rubrucklu William, Anadolu’daki yerlilerin sayısını, yeni gelenlerin on katı olarak bildiriyor. Bu saptama ilginçtir; ilginçtir çünkü bu nüfus dengesizliğine karşın, gelenlerle yerliler arasında en ufak bir boğazlaşma olmadığı gibi, nüfusunun büyük bölümünün Türk olmadığı bir coğrafyada “Türkiye” adında yeni bir ülke oluşmaktadır.

Nitekim 1190 yılında III. Haçlı Seferi’nin kumandanı olarak Asya kıtasına ayak basan Alman İmparatoru Frederik Barbarossa’nın Batı Anadolu’dan “Turchia” diye söz etmesi, Haçlı seferlerinden itibaren bu bölgeye bu adın verilmesine neden olmuştur.

Bu oluşumu, dünyanın başka bir coğrafyasında, bu hız ve köklülüğüyle göremeyiz.

I. Haçlı Seferine katılan adı bilinmeyen bir asker, 1099 yılına dek bütün gördüklerini, günce hâlinde yazıyor. Adı, Haçlı seferlerini bugünlere aktaran en değerli yapıtlardan “Gesta Francorum” olan bu eserde yazar Türkler için, “Eğer Hıristiyan olsalardı, Türkler dünyanın en yiğit ve en asil milleti addolunacaktı,” demektedir. Bu kişinin yorumlarını değerlendirirken, o yıllarda Malazgirt Savaşı’nın üzerinden ancak 28 yıl geçtiğini de anımsamalıyız.

Konumuza dönersek, ekonomiye dayalı ilişkilerin giderek yoğunlaşması sonucunda Anadolu’daki refah ve bolluk artmıştır.

Nitekim Birinci Haçlı Seferi’ne ilişkin vakayinameler, Anadolu’nun özellikle iç bölgelerindeki haraplıktan söz ederlerken, on üçüncü yüzyılda buralara gelenler, Anadolu’da kendi ülkelerindekiyle kıyaslanamayacak bir bolluğun olduğunu bize aktarmışlardır.

Yani, şu ya da bu nedenle iki yüz yıl içinde Anadolu’nun çehresi tamamen değişmiştir. Bu değişimi yaratan motor ise, ekonominin kurallarını ve önemini iyi bilmektir, insana saygı duymaktır.

Kısaca değindiğim bu olguların gösterdiği en önemli gerçek şudur: Türklerin Anadolu’ya girişleri asla bir istilâ değildir. Peki, nedir bu olay?
Bu olay, yeni gelenlerin yerel halkla dostluk ilişkileri içinde kaynaşarak gerçekleştirmeye çalıştıkları yeni bir ırk yaratma ve onlarla birlikte yurt edinme eylemidir.

Önemli bir noktaya daha işaret etmek isterim:

“Kadim Anadolu Kültürü” kavramından yalnızca “Helen Kültürü”nü anlamak çok yanlıştır, yanıltıcıdır. Önceki binlerce yıllık tarihinde Anadolu’da değişik etnik kökenlerden gelme çeşitli kavimler yaşamış, bu kavimler, insan yücelişinin onur burcuna yükselen uygarlıklar kurarak kendi kültürel miraslarını bu topraklarda bırakmıştır. Hatta Helen uygarlığını yaratanlar da onlardır.

Ayrıca Anadolu’yu tamamıyla Hıristiyan dünyasına ait bir bölge sanmak da yanlıştır. Gerçi Hıristiyanlık Anadolu’da şekillenmiş bir din ise de, Türklerin buraya girdikleri tarihlerde Anadolu’da, Musevi, Müslüman ve kılıç zoruyla Hıristiyanlığı kabul etmiş gibi görünmelerine karşın kendi kadim inançlarını gizli-açık sürdüren başka inançları benimsemiş değişik ırksal kökenden gelme yığınla insan kümeleri yaşamaktaydı. Kuşkusuz bu insanlar birbirleriyle yakın ilişki içindeydiler ve yaşam felsefelerini birbirlerine aşılıyorlardı.

Kuşkusuz böyle bir konu bir makale hacmine sığamaz. Ben sadece önemli noktalara değinmekle yetiniyorum.

Gelecek sayıda “Anadolu’ya gelip yerleşen Türkler göçebe mi idiler?” sorusuna yanıt arayacağım. Dergimizin Ekim ayı sayısında buluşmak üzere hoşça kalın…
haberrevizyon cahit ülkü 1

haberrevizyon cahit ülkü 2

haberrevizyon cahit ülkü 3

haberrevizyon cahit ülkü 4

HABER REVİZYON DERGİSİ EYLÜL 2013

Bir cevap yazın