Cahit Ülkü – Osmanlı Öncesi Anadolu’su Üzerine Sohbetler 3

Bu sayımızda, üzerinde hayli tartışmalar yapılmış bir başka konuya, Türklerin göçebelikleri sorununa değineceğim. Böylece “Osmanlı Öncesi Anadolu’su Üzerine Sohbetler” başlığı altındaki üç dizilik söyleşimiz sona erecek.

Bu konudaki ilk vurgulamam, kıymetli tarihçimiz Mustafa Akdağ’a aittir. Akdağ, “Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” adlı eserinde “Osmanoğulları, hep şehir topluluklarına mensup aristokratlar olup, bunların ne göçebelerle hatta ne de fiili olarak köy ile alâkaları yoktu,” diyor.

Önde gelen Türkologlardan Claude Cahen, “Türkleri tamamen göçebe olarak düşünmek yanlıştır,” demekle birlikte, modern Türklerin atalarının göçebe olmalarından eziklik duyduklarını ve onların yaşamlarındaki yerleşiklik öğelerini belirtmeye çalıştıklarını da görüşlerine eklemektedir. Ünlü Türkolog, bu sonuca nasıl vardı, bilmiyorum; ama ben o ezikliği duyanlardan olmayıp, yalnızca gerçeği arayan birisiyim.

Dünyadaki tüm kavimler yaşamlarının bir döneminde göçebe oldukları gibi, Türkler de bir dönem göçebe hayatı yaşamışlardır; hatta Anadolu’ya yerleştikleri sıralarda aralarında çok miktarda göçebeler de vardır.

Özellikle Malazgirt Savaşından önce gelenler, çoğunlukla göçebe idiler. Ama bu kitleler yerel halkla kaynaşarak onların yaşam tarzlarını benimsediler ve kısa zamanda göçebeliği bıraktılar.

Sıkça gözden kaçırılan bir noktaya dikkatleri çekmek isterim: Göç etmek, göçmen olmak başka şeydir, göçebelik başka şeydir. Yerleşik kültürden gelen kimi topluluklar, her hangi bir zorunluluktan dolayı göç edebilirler ve bu türden göçlere yaşadığımız yüzyılda bile rastlayabiliriz. Göç, bir toplumun yaşam tarzı değildir. Oysa göçebelik yaşam ve üretim tarzıdır. Bu nedenle Anadolu’ya göç edenlerin tamamını göçebe sınıfına sokmak son derecede yanlıştır, özensiz ya da önyargılı yaklaşımdır. Süvarilerin atlarını otlatmak için sık sık yaylaya çıkmalarını, padişahların yaz sıcaklarında yaylarda dinlenmeye ve av yapmaya gitmelerini, göçebe karakterlerinin uzantısı olarak gösterenlere şunu söylemek isterim: Bugün Türkiye’de yaygın olarak görülen yazlığa çıkma geleneği, göçebelikten mi kaynaklanmaktadır? Ya da somut bir örnekle; yazları Çeşme’ye giden İzmirliler bir göçebe geleneğini mi sürdürmektedirler?

Anadolu’ya yerleşen Türklerin göçebe olup olmadıklarını anlayabilmek için, onların yaşam tarzlarına, üretim biçimlerine bakmak yararlı olacaktır. Çünkü tek bilimsel ölçüt budur. Bu konuda elimizde zengin kaynaklar da vardır.

Arap gezginlerden İbn Said, bakımlı ve zengin toprakların bütün yollar boyunca aralıksız devam etiğini yazdıklarında anlatmakta; düzenli sebze tarlalarını, her yerde gördüğü sulama sistemlerini, çeşitli meyve ve limon bahçelerini övgüyle tasvir etmektedir. Aynı şekilde Müstevfî de her yerde bağlar bulunduğunu belirtiyor. Toprağa bağlı tarım işletmeciliği, kuşkusuz yerleşik düzene çoktandır geçmiş olan kavimlerin üretim tarzıdır.

Bu konudaki en ayrıntılı bilgileri ise 1336 yılında Anadolu’yu gezen ünlü seyyah İbn Batuta’nın Seyahatnamesi’nden ediniyoruz.

Batuta, Anadolu’yu şöyle tanımlıyor: “Burada dünyanın en güzel insanları, en temiz kıyafetli halkı yaşar ve en nefis yemekleri pişirilir. Tanrı’nın yarattıkları içinde en şefkatli olanlar bunlardır ki, bundan ötürü ‘Bolluk, bereket Şam’da, şefkat ise Anadolu’dadır,’ denmiştir. Bu ülke, belki de dünyanın en güzel ülkesi! Allah öbür ülkelere güzellikleri ayrı ayrı vermişken burada hepsini bir arada toplamış.”
Batuta’nın bu sözlerindeki anlamı daha iyi kavramak için Seyahatname’sinden konumuza ilişkin alıntılara bir göz atalım:

*Alanya’nın ahalisi Türkmen’dir. Kahire, İskenderiye ve Suriye tüccarları bu şehre gelip alışveriş ederler.
*Antakya halkının Kamareddin adını verdikleri bir çeşit kayısı pek lezzetli olduğu gibi çekirdeği de tatlı olmak itibarıyla kurutulup Mısır’a gönderilir.
*Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde şehir, kasaba ve köyler bulunmaktadır.
*Denizli’de dünyada eşi emsali olmayan altınla işlenmiş pamuklu elbiseler dokunur.
*Konya büyük bir şehir olup sayısız ark ve akarsulara, bağ ve bahçelere sahiptir.
*Aksaray’da koyunyününden dokunan halı ve kilimlere dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanılmaz. Bu mallar, Suriye, Irak, Mısır, Hindistan, Çin ve diğer Türk ülkelerine sevk edilir.
Bunlar, onun seyahatnamesinden rastgele seçilmiş yalnızca bir tutam alıntılardır. Batuta’nın anlattıklarından şu çıkarımı da yapabiliriz: Ele aldığımız yüzyıllarda Anadolu’nun ihraç ürünleri, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türkiye’nin ihraç ürünlerinden hiç de daha az çeşitlilik göstermiyordu!

Batuta, çeşitli yörelerde gördüğü tunçtan heykellerle süslü, köşelerinde ağzından su akan aslan başlarının olduğu mermer havuzlardan, geniş yollardan, güzel çarşılardan da bahseder. Ayrıca, ilk kez Anadolu’da gördüğü kağnıları hayretle anlatır.
On ikinci yüzyıla değin Anadolu’da şap bulunduğuna ilişkin tek bir kayıt yok ise de on üçüncü yüzyılın ortalarından on beşinci yüzyılın ortalarına dek Avrupa’da kullanılan tüm şapın Anadolu’dan geldiğini, bize dek ulaşan pek çok navlun kayıtlarından biliyoruz. Örneğin, 1236 yılından kalan bir kayıtta Kıbrıs’tan transit geçen bir gemide Anadolu’dan alınmış şapın bulunduğu belirtilmektedir.

Başka seyyahlar da, örneğin Müstevfî de her yerde bağlar bulunduğundan söz etmekte, İbn Said Selçuklu topraklarında 400.000 köy bulunduğunu söylemekte, Kastamonu’dan sağlanan kerestelerin Sinop tersanelerinde kullanıldığını anlatmaktadır.
Yalnız İbn Batuta değil, komşu ülkelerde yaşayanlar da ulaşımın kendi ülkelerindeki gibi develerle değil, kağnı arabalarıyla yapıldığını görünce şaşırmışlardır. Anlaşılan, kağnı arabaları, onlara teknolojinin harikası olarak görünmüştü.
Türklerin Anadolu’ya girişlerinden çok kısa süre sonra ticarette devrim nitelikli sıçrama olmuştur. Sanırım Moğollar bu zenginliğe ve üretim bolluğuna tamah ederek Anadolu’ya saldırmışlardı. Onların bu saldırıları, talan ekonomisiyle üretim ekonomisi arasındaki farkı sergilemekte ve kurdukları devletin neden süreksiz olduğunu açıklamaktadır.

1243 öncesinden günümüze kırk kadar kervansarayın kalıntıları ulaşmıştır. İbn Said, bu dönemde Kayseri-Sivas güzergâhında yirmi han bulunduğunu bildirmektedir. O yıllara ait bir başka bilgiye göre de kentlerde yaşayanların çoğunluğunun Türk olmasına karşın kırsal alanlarda çoğunluk Hıristiyanlardadır!

Jean Paul Roux Türklerden söz ederken “Bu serüven dinginlikten, huzurdan, düzenden, örgütlenmekten, ölçülülükten, bilgelikten, hoşgörü ve dostluktan, kardeşlikten, sakin zevklenmekten, ince zenginlik ve gösterişten, olağanüstü gizemli coşkulardan, çok güzel sanat ve duygu dile getirişlerden oluşuyor,” diyor ve bir başka yerde, Ortaçağ’ın Fransa’sında değirmenlere “turquois” dendiğini belirtiyor. Gene aynı tarihçi şunları aktarıyor: “Fransızcada “kiosque” adıyla bilinen halka açık müzik ya da gazete bayilerimiz Türklerin “köşk” adını verdikleri küçük, gösterişsiz binalardan devşirmedir. Avrupa’da kahvaltılarımızın baş tacı “croissant”lar, aslında Türklerin bayraklarındaki hilalden esinlenerek ortaya çıkmışlardır. Hollandalıların Avrupa’ya Boğaziçi’nden taşıdıkları lâle, “tulpie” adını, bu çiçeğin taç yapraklarının türbanı andırmasından dolayı “tülbent” sözcüğünden almıştır.”

Türklerin kurdukları ve uzunca bir döneme damgasını vuran Ahi örgütü, bir tür mesleksel organizasyondu. Bu örgüte Bacı örgütlerini -Bacıyan-ı Rum- ve Gazi örgütlerini de -Gaziyan-ı Rum- eklemeliyiz.

Sanırım sözü fazlaca uzatmaya gerek yok. Bağ ve bahçeleri olan, sulama kanalları yapabilen, dünyanın en iyi kumaşlarını, halı ve kilimlerini dokuyabilen, değirmenleri dünyanın uzak ülkelerindeki değirmenlere isim babalığı yapabilen, ihracatta çağını aşarak Hint’ten Çin’e dek uzanabilen, havuzları heykelli evlere, kervansaraylara, gemiler inşa eden tersanelere, büyük çarşılara sahip olan ve mesleksel organizasyonlar, toplumsal örgütler kurabilen ticarette ilerlemiş bir toplumun göçebe olduğu söylenebilir mi?

Bazı batılı incelemeciler, Türklerin Anadolu’ya girdiklerinde göçebe olduklarını, bütün yapıp ettiklerini yerli Hıristiyan halktan öğrendiklerini ileri sürebiliyorlar. Oysa Birinci Haçlı Seferi’ne katılanların ağızbirliği etmişlercesine söylediklerine göre on birinci ve on ikinci yüzyıllarda Anadolu bakımsız, harap ve yoksuldur. Ama Selçuklu Devleti’nin egemenliğini kurmasıyla birlikte Anadolu’nun çehresi, sihirli bir değnek değmişçesine değişivermiştir. Kuşkusuz Anadolu’daki bu olağanüstü biçimlenme, örgütlenme ve ekonomik gelişme, köklü bir yerleşik kültüre dayanıyordu.

Bu yerleşik kültürün sahipleri, Hazarlardan, Gaznelilerden, Karahanlılardan ve son olarak da Büyük Selçuk İmparatorluğundan edindikleri birikimleri Anadolu’da cömertçe kullanan, çok geniş bir coğrafyanın insanlarını, kültürlerini ve inanç sistemlerini tanıyan, daha sonra yerli halkla kaynaşarak adeta yeni bir ırk ve inanç sistemi yaratan, Anadolu’ya geçici bir istilâ furyasıyla değil, orasını yurt edinme bilinciyle bu yarımadaya gelen Türklerdir.

Son olarak şu noktaya dikkatlerinizi çekmek isterim: Kuşkusuz geçmişte Cengiz ve Timur İmparatorluğu gibi göçebe aşiretlere dayanan büyük devletler kurulmuştur. Ama bunlardan hiçbiri aşiret geleneklerinden kurtulamamış, bundan ötürü Osmanlı Devleti kadar uzun ömürlü olamamış, dünya tarihini onun gibi etkileyememiştir.

haberrevizyon kasım 2013 cahit ülkü 1 haberrevizyon kasım 2013 cahit ülkü 2 haberrevizyon kasım 2013 cahit ülkü 3

HABER REVİZYON DERGİSİ KASIM 2013

Bir cevap yazın