Dünyanın son bin yılını “Türk asırları” olarak nitelendirmek, abartılı ve ırksal kökenli milliyetçilik kokan saptama değildir ve bu değerlendirmeyi çoğu bilim adamları da paylaşır.
Türkler, bu uzun süre boyunca Asya’nın ortalarından başlayıp Hazar Denizi çevrelerine ve Ukrayna’ya, yani Polonya sınırlarına dek Doğu Avrupa’nın göbeğine, öte yandan Hint Okyanusu’ndan tüm Ortadoğu’ya ve Arap Yarımadası’na, Afrika kıyılarından Orta Avrupa’nın içlerine dek uzanan ve bir zamanların uygar dünyasının büyük bölümünü, dahası uygarlığa ve dinlere kaynak olan bölgelerin tümünü kapsayan geniş bir coğrafyaya, etnik ve inançsal açılardan değişik kökenden gelen halk kitlelerine egemen olarak yalnızca dünü değil bugünü, hatta yarınları da etkileyecek bir misyon edinmişlerdir. Şu rahatlıkla söylenebilir ki, Türk tarihini anlamadan dünya tarihini anlamak olanaksızdır.
Diğer ilginç nokta da, Türklerin bilinen tüm inanç sistemine mensup insanlarla en azından komşuluk yapmış olmalarıdır.
Belki Türkler, onları yenilmez kılan ve at sırtındayken geriye dönüp ok atabilen binicileriyle zırhlı süvari alaylarının artık önemi kalmadığından, Osmanlı örneği bir oluşumu bir daha gerçekleştiremeyeceklerdir; daha önemlisi, gerçekleştirmeleri de gerekmez; ama tarihlerinden miras kalan birikimleriyle kendilerine özgü misyonu çağın koşullarına uygun olarak yürütebilecek yetenek ve donanımlara sahiptirler. Dünya tarihinde bu kültürel altyapının başka örneği olmadığı için bu misyon daha da önem kazanmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu, işte bu muhteşem yayılışın en uç noktası, adeta mührü ve günümüz Türkiye’si ise bu binlerce yıllık serüvenin günümüze miras kalan son halkasıdır. Türkiye, Osmanlı’dan miras olarak devraldığı ve özellikle Anadolu’dan başlayan tarihinden edindiği değerleriyle, inanıyorum ki gelecek tarihin de önemli yapıcılarından biri olacaktır. Bu nedenledir ki, Türkiye her belini doğrulttuğunda, onun yükseliş yeteneğini bizlerden iyi bilen ve bu yükselişi çıkarlarıyla bağdaştırmayan dış güçlerin komplolarıyla yüz yüze geliyor ve gelecektir de.
Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde ulusal devletler pıtrak gibi ortaya çıkarlarken, yeni tanıdığı Helen uygarlığı ile Avrupa’nın başı sarhoş olmuşçasına dönmüş ve batıda Osmanlı’ya ilişkin değerlendirmeler hep bu gözlükten bakılarak oluşturulmuştur.
Salgına dönüşen bu yaklaşım, on sekizinci yüzyılın sonlarında batı toplumunda moda olan uygarlık -sivilizasyon– kavramıyla da beslenerek Avrupa’nın Osmanlı’yı bu büyük uygarlığın üstüne çöreklenmiş barbarlar olarak görmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu bakış açısı, sanayileşme sürecini yaşayan devletlerinin kendilerine hammadde sağlamak için “Uygarlık götürme” bahanesiyle Osmanlı’dan parça koparma yarışına girmeleriyle birleşince, bu eylemleri meşru göstermek için yeni yayın ve tarih yazımı kampanyasının başlatılması, Avrupalının gözünde Türkleri baskıcı, zorba ve hatta tiksindirici konuma indirgemiştir. Batının bu çabalarını boşa çıkartmak isteyen Osmanlı İmparatorluğu’nun yöneticileri ise, “batılılaşma” sevdasına kapılmış, ama bu içeriksiz asrileşme çabaları, yani batıyı anlamadan batılı gibi görünmeye çalışmak, iç dengeleri altüst ederken, öte yandan da yıkılışı hızlandırmıştır.
Ayrıca, yıllar boyunca kendi egemenliği altına topladığı pek çok farklı kültür ve inanca sahip toplumların üzerinden Osmanlı egemenliği kalkınca, bağımsızlığını kazanan devletlerde yaşayanlara geçmiş dönemleri tümüyle olumsuz olarak görülmüş ve egemenler tarafından yeni nesillere sistematik biçimde öyle gösterilmiştir. Nitekim bugün, belki Macarlar dışında, hiçbir Balkanlı Hıristiyan yazar, Osmanlı tarihini tarafsız yaklaşımla yazamaz; çünkü hepsi, yıllardır kendilerine öğretilenleri gerçek sanır ve zihinleri aldıkları eğitimle koşullanmıştır.
Bu tutum Avrupa sınırları içinde kalmamış, Türkiye’de de Halil İnalcık’ın tespitiyle Osmanlı yönetimini ve padişahları baskıcı ve zalim, Türkleri horlayarak devlet yönetiminden dışlayıcı kimseler olarak gösteren eğitim ve tarih yazımı süreci sonunda yeni nesiller, kendilerini Osmanlı’ya alabildiğine yabancı hissederlerken, öğrendikleriyle bağdaşık olan batılıların saptırmalarını gerçek sanmışlardır.
Üstelik onlara Türkiye Cumhuriyeti’nin, Selçukluların ve Osmanlı İmparatorluğunun devamı olarak değil, yepyeni bir devlet olarak doğmuş olduğu aşılanmış ve Halil İnalcık’ın benim de paylaştığım kanısına göre bu yeni devlet Osmanlı’nın reddi ve inkârı olarak gelişmiştir. Oysa örneğin Fransa’da, Krallık, Cumhuriyet ve İmparatorluk arasında gelip giden rejim değişiklikleri sonucunda ortaya çıkan devletlerin hiçbirine yeni devlet gözüyle bakılmamıştır. Bugünün Türkiye’si de Selçuklu İmparatorluğu’nun ve onun uzantısı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır; ömrü 1000 yıla dayanan eski ve köklü bir devlettir.
Dış unsur olarak Osmanlı İmparatorluğunun bir daha asla diriltilmemesini isteyen ve o yöndeki girişimleri anında bastırmak için elinden geleni esirgememeye kararlı batılı devletlerin tehditlerinden korunma isteği; iç unsur olarak yeniden oluşturulmak istenen ulusal devlet ideolojisi ile imparatorluk ideolojisinin taban tabana zıt oluşu, bir süre için bu yaklaşımı haklı gibi gösterebilir. Ama bu yaklaşım, nasıl ki saraydan beslenen Osmanlı Tarihçileri devlet-padişah güdümünde yanlı eserler verdilerse, bu kez de Cumhuriyetten beslenen ve devlet ideolojisi ile şekillenen “Resmî Tarih”in hizmetinde tarihçi tipinin ortaya çıkışına, yeni nesillerin kendilerini köksüz hissetmelerine ve temellerini tanımamalarına neden olmuştur.
Oysa Osmanlı, çevre düzenimizde, müziğimizde ve şiirimizde, günlük yaşam tarzımızda, mutfağımızda ve inanç sistemimizde, hatta bazı yasalarımızda olanca saflığıyla ve canlılığıyla devam etmektedir.
Burada belirttiğim düşünceler, bugün iktidarda olan takımın çoğunluğunun inandığı düşüncelerdir ve zaman zaman dış politikalarının ekseni de olabilmektedir.
Ama bunları devlet politikaları hâline getirmek, çetin engelleri ardınca sürükler ve ciddî tehlikeler içerir. Hatta bu tür düşüncelerin pratiğe dönüştürülmesi, devletin geleceğini tehlikeye atabilir. Cumhuriyet yönetimleri hep bu korkuyla yaşamış ve temkinli olmak uğruna çevresinde olup biten pek çok olaya karışmamıştır.
Aslıda cumhuriyetin yıkıcı sorun olarak hep gündemde tuttuğu bundan başka üç sorundan kaynaklanan üç korkusu daha vardı: Kürt sorunu; kominizim sorunu ve irtica sorunu… Onun damarlarına işleyen bu üç sorundan kaynaklı korku, sorunları çözebilecek yaklaşımlar göstermek yerine müthiş yasakçı zihniyetle demokrasinin rafa kaldırılması sonucunu doğurmuştur. Hatta bu konularda yapıcı görüşlerini ileri sürenler bile hainlikle damgalanıp hapislerde çürütülmüştür.
Aynı zihniyet, Osmanlı’nın olumlu yanlarını ön plâna çıkaranları da “Yeni Osmanlıcılık” la suçlayıp cumhuriyetin varlığı için tehlike olarak görmüştür. Hiç kuşkusuz böyle bir zihniyet, ülkemizin geçmişte edindiği değerlerle taban tabana zıttı. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekirse, Cumhuriyeti kuranlar öylesine çetin dönemeçlerden geçmişlerdi ki yok olmanın kıyısından çekip aldıktan sonra yeniden var olmanın rıhtımına yanaştırdıkları devletin varlığını korumak, onlar için başka her şeyi önemsizleştiren öncelik hâline gelmişti.
Bu yasakçı tutumlar ne denli yanlışsa, “Yeni Osmanlıcılık” çağrışımı yapacak nitelikte bölge liderliğine soyunmak, hatta bu yönde izlenim uyandırmak da o denli yanlıştır. Zaten yukarıdaki sözlerim, bu doğrultuda özlem taşımamaktadır. Hem kaldı ki araştırıcının düşünceleriyle o düşünceleri devlet politikası edinip pratiğe sokma girişimleri başka başka şeylerdir ve belki de bu yüzden bir araştırman’ın politikaya soyunup Dışişleri Bakanı olması, önemli sakıncaları ve tehlikeleri peşi sıra sürüklemiştir.
Açıklıkla ifade edeyim ki benim “Misyon” dediğim şey, bir dünya imparatorluğunu şu ya da bu şekilde canlandırmak değil, Türkiye’nin geçmişinden aldığı birikimlerle hümanizmanın en üst düzeyiyle zenginleşmiş özgürlükler ihraç eden ülke konumuna yükselmesidir. Bu konum onu, dünyanın en saygın ülkelerinden biri yapacaktır.
Yukarıdaki değerlendirmeleri yapan kişi olarak, yirminci yüzyılda sırtımıza yüklenen ayıplardan da söz etmek zorundayım. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki mübadelelerle yerinden yurdundan karşılıklı olarak sökülerek hicranlar içinde inletilen insanların acıları, çok taraflı hükümetler politikasının, büyük savaşlar sonrasının, yani o günkü koşulların bir anlamda evrensel ürünü olduğundan, şu anki değerlendirmelerimizin kapsamına giremez.
Ama 6/7 Eylül olaylarının sonrasını, hele 1970’li yıllarda dönemin sorumluluk duygularından nasibini almamış Türk politikacıları tarafından örtülü olarak desteklenen ve kültür mozaiğimizin en değerli unsurlarına yönelmiş sistemli sürgünleri göz ardı edemem. Kıbrıs çıkarmasını izleyen yıllarda, Süryanilerden Ortodoks kökenli olanlara, hatta Levantenlere dek uzanan alanda kaç Anadolu evlâdının vatanlarını terke zorlandığına, mal varlıklarına hoyratça el konulduğuna ilişkin araştırmaya, ne yazık ki rastlayamadım. Ama örneğin kuyumcu dünyasındaki en yetenekli Ermeni ustalarının Anadolu’dan koparak şu anda Amerika ekonomisine büyük girdiler sağladıklarına yakından tanık oldum.
6/7 Eylül’ün yüz kızartıcı olaylarından başlayarak uzunca süre sürüp giden bu hazin terk ve gasp, insanlar arasındaki boğazlaşmanın ürünü olmayıp, Anadolu’nun altyapısından habersiz politikacıların, asker-bürokrat oligarşisinin yüzkarasıdır. Aslına bakarsanız, Gaziantep, Tokat ve Sivas olaylarını yaratan, Hrant Dink’in ölüm emrini verip Trabzon’da din adamını katlettiren gerçek vandallar, derin devletin büyük günahlarından cesaret bularak vatanseverlik adına Anadolu’ya ihanet etmişlerdir. Ama bu olaylarda aktif rol almadığımız gerekçesine sığınarak kendimizi bütünüyle azat edemeyiz ve bu büyük ayıp karşısında duyarsız ve hareketsiz kalamayız. Medyasından aydınlarına, toplumsal örgütlerden sokaktaki insana dek hepimiz, onların yaptıklarına ses çıkartmadığımız, sonra da tarihimizin en büyük ayıplarını unuttuğumuz için, o büyük suça ortak olmuş durumdayız. Benzeri olaylar karşısında duyarsızlığımızı geçmişte olduğu gibi sürdürürsek suçlu ve günahkâr olmaya da devam edeceğiz.
HABER REVİZYON DERGİSİ ARALIK 2013