Can Kapyalı – Sinemaya Dair

Akdeniz bölgesi tarih boyunca antagonist yapısı yanında çeşitli uygarlıkların da beşiği olmuş, değişik çap ve yapıdaki ülkelerin topraklarında yaşayan farklı din, ırk ve kültüre sahip insanların bölge-toplum bazında genelde “Akdenizli” olarak adlandırılan ortaklaşa bir kimliği ortaya koymuştur.

“Akdenizli” kökenini tarihin derinliklerinden alan toplumsal bir yapıdır. Herodot ve Polibio’nun temellerini attığı bu uygarlık, söylenenin tersine Napolyon’dan çok önce, XI. yüzyıla rastlayan bir dönemde değişikliğe uğramış ve uygulanan yeni ekonomik modeller insanların kaderini değiştirmiştir. Bu öğreti önce tiyatro sahnesinde ve daha sonraları ise sinema perdesinde evrenselleşecektir.

Oldukça gerilerde kalsa da anımsanacağı gibi, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın onur ödüllerinden biri, Eurimage’ı kuran ve on yıl boyunca başkanlığını yapan İtalyan Gaetano Adinolfi’ye verilir. Vakıf ilk kez sinemacı olmayan birine ödül vererek, Eurimage’ın önemini vurgulanmıştır. Adinolfi Başkanlığı bıraktıktan sonra kendisini özellikle Türk Sinemasına vereceğini ve çalışmalarını bu alanda yoğunlaştıracağını dile getirmiştir. Çünkü Türk kültürünün olmadığı bir Avrupa düşünemediğini belirtir. Yapılan filmin ne kadar iyi olursa olsun, bir vitrine ihtiyaç duyduğunu, kendisinin de Türk Sineması’da vitrin aradığını dile getirmiştir.

Kanımızca gerek ülke kapsamındaki sanatsal etkinliklerde ve gerekse dışa yönelik katılımlarla gerçekleştirilen festivallerde sinema kapsamında evrensel bir görüş yaygınlık kazanmaktadır. Akdeniz kültürü bütünlüğü içinde Türk insanının yaşayış biçimini, ulusal karakterini hiçbir zaman toplum gerçeklerinden kaçmadan beyaz perdeye yansıtmak gerekmektedir. Eurimage’ın verdiği mesaj aktardığı desteğin yanında gerek kültürel ve gerekse ekonomik yönden dışa bağımsız bir Türk Sineması’nın varlığını hissettirmesidir. Böylece artık ne halkın ilgisini çeksin diye medya kaynaklı ünlü isimleri ön plânda tutan filmler prim yapacak ve ne de Batı filmlerinin versiyonlarını taklit etme hevesi sürecektir. Sinemamız Akdeniz kültürü ağırlıklı ve ulusal yapımıza uygun, kendi kaynaklarına dönme hareketinin sevinç ve başarısını yaşayacaktır.

Dünyaya gelen bir çocuğun karakterinin ana karnında oluşmaya başladığı ve doğumdan sonra aile içinde biçimlendiği ve giderek yaşamını sürdürdüğü ortamın da etkisiyle biçimlenen bir çaba içinde olgunlaştığı ve kişiliğini bulduğu kabul gören bir gerçektir. Yaklaşık 1910 yılından itibaren Avrupa’nın ve Amerika’nın önemli kentlerinde basının da sayfalarında geniş yer verdiği ve ön plâna çıkardığı, halkın büyük rağbet göstererek merakla izlediği “sinema”nın, insanlar üzerindeki etkisi bilinmektedir. Sinema yazarları ve film yapımcıları bu etkiyi halkın yararı ve bilinçlendirilmesi üzerine yoğunlaştırmayı tercih ederler.

Zamanın ünlü sinematografik şirketleri çalışmalarını bu yönde yoğunlaştırmaya başlarlar. Öyle ki Thomas Edison başta olmak üzere 1910-1914 yılları arasında sinema salonlarında tüberküloz, sara gibi hastalıkları konu alan filmler gösterilmeye başlanır. Bu filmler henüz tam anlamıyla yerleşmemiş olsa da melodram tarzıyla beyaz perdeye taşınmıştır. I. Dünya Savaşı öncesi sinema çalışmaları Avrupa ve Amerika’da halkın eğitimine özen göstermiştir. Sinemacılar zamanın kısıtlı olanakları içinde ülkelerinin çeşitli yörelerine giderek toplumun güncel gerçeklerini sanatlarıyla yoğurmaya özen göstermişlerdir. Bu akım savaş boyunca da sürmüş ve her ülke sinemasının sınırlarını aşarak “Yedinci Sanat” tanımı altında uluslararası bir değer kazanmıştır.

1920 yılında Amerika 14.000 salon dışında ülkenin en ücra köşelerinde ve okul, dernek, kilise gibi kuruluşların mekânlarında film gösterilerinde bulunulmaktadır. Ünlü korku filmlerinin ustası Alfred Hitchcock İngiltere’de bu yıllarda sinemacılığa başlar. Frederico Fellini yine bu yıllarda senaryo çalışmalarına girişir. Osmanlıya sinemanın girişi ise, İmparatorluğun çöküş yıllarına rastlamaktadır. II. Abdülhamit dönemi, işgal ve bağımsızlık mücadelesi yılları, çekilen Türk filmlerinin konularına da yansıyacaktır. Fuat Uzkınay’ın çektiği “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” adlı belgesel Türkiye Sineması’nın ilk eseri olarak 14 Kasım 1914 tarihinde gösterime girmiştir.

Değişik ülkelerde değişik kültürlerde yaşayan insanların, algılama ve değerlendirme ölçüleri elbette birbirinden farklı olacaktır. Ancak sinema da diğer sanatlar gibi yaratıcısı ve hedefi insan olan bir sanat dalıdır. Dolayısıyla sinema adamı, sinemayı sinema yapan sanatsal ağırlığı yanında sosyal, siyasal, ekonomik ve hatta inanç sorunlarıyla da halkının karşısına çıkmak durumundadır. Bu gerçek günümüz Türk Sineması’nda halkımıza ve kültürümüzün korunması, tanıtılması yönünde ciddi ataklar yapan yapımcılarımızın çalışmaları sonucu yurt içinde olduğu kadar, yurt dışında da beğeni kazanmaktadır. Türk Sineması konu açısından sinemanın başlangıcındaki o ilk ruhu yakalamak zorundadır. Dünyada sanatçı “Ne yaptın?” evrensel sorusuna yanıt vermek durumundadır. Bizce sanatının evrensel boyutu da bu soruya verdiği karşılıkta yerini bulur. Kendimize yönelik evrensel nitelikli filmler kültürümüzün korunmasını ve ülkemizin dünyaya özgün boyutlar içinde tanıtılmasını sağlayacaktır.

Örneğin bir Turhan Selçuk’un “Abdülcanbaz” çizgi romanı bizi yansıtılırken, kişilerin karakterleri itibarıyla evrensel insan yapısını sergiler. Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum”, Özer Kızıltan’ın yönettiği “Takva” gibi filmler Türk seyircisinin sinemadan beklediğini sergileyen filmler olmuşlardır. Bir de acıları yüreklerimizi dağlayan, yakın zamanda yaşadığımız Soma faciası, hepimizin rahmetle anılarını kalplerimize gömdüğümüz maden işlerinin dramı… Geride kalan aileleri ve çocukları… Filmlerdeki kötü adamın cezalandırılması gibi sonunda adaletin işlemesiyle hiç olmazsa huzur bulacak toplumun beklentisi… Günümüzde yaşanan bu olay, 1978 yılında, yani otuz altı yıl önce Atıf Yılmaz’ın yapımcılığında senaryo ve yönetmenliğini Yavuz Özkan’ın üstlendiği, unutulmaz “Maden” filmini anımsatıyor. Ne yazıktır ki sinemanın bu görevi ve uyarısına karşılık, konu halen güncelliğini sürdürüyor…

Sinema düşünmeyi ve tartışmayı, kişisel ve toplumsal geleceği yaratmayı öğretiyor.

Akdeniz bölgesinin insanları olan bizler, geçmişimizde ve de halen bu geleceği oluşturmada gerekli her türlü materyale sahibiz.

Sanatçılar kişisel birikimleriyle bu kaynaktan yararlanmaktadırlar.

Bu konuda yapıtları ve emekleriyle gurur duyduğumuz Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, ve Çağan Irmak’ı gururla andığımızı belirtmek isteriz.

Zamanımızda şaşırtıcı, yaralayıcı ve hatta evrensel gelişimi engelleyici olaylar karşısında sinema gibi uygarlık vektörünün film ve televizyon dünyasında, önce kendi evinin önünü süpürmesi gerektiği ilkeler doğrultusunda “soap opera” (eften püften konular), karikatür temalar yerine, yaşadığımız çağa uygun düşecek, topluma bir şeyler kazandıracak projelere yönelmesinin daha etkin ve yararlı olacağı kuşkusuzdur. İzleme oranı, kâr marjı gibi faktörler sahibini her ne kadar memnun etse de, ortaya konulanın ülkeye ve insanımıza hiçbir yararı olmuyor.

Peki ya “Maden” filmi gibi uyarıcı bir yapıttan otuz altı yıl geçtikten sonra, aynı uyarıya duyulan gereksinimin gündeme gelmesine ne demeli?

Bu sorunun karşılığı başta sanatçılarımız, aydınlarımız ve elbette toplumumuzu oluşturan tüm insanların, “kralın çıplak olduğunu söylemek” cesaret ve toplumsal gelişime yönelik duyarlılığına kalıyor.

 

Haber Revizyon 2014 HAZİRAN can kapyalı 1 Haber Revizyon 2014 HAZİRAN can kapyalı 2 Haber Revizyon 2014 HAZİRAN can kapyalı 3 Haber Revizyon 2014 HAZİRAN can kapyalı 4

HABER REVİZYON DERGİSİ HAZİRAN 2014

 

Bir cevap yazın