Doç. Dr. Cumhur Mumcu – Müzakerelerde Güven ve Kilitlenmeye Etkileri

Eski bir Çin hikâyesi, bir midye ile su çulluğu arasındaki inatlaşmayı şöyle anlatır: “Bir gün bir midye plajda kabuğunu açar. Aniden bir su çulluğu gagasına takılır. Midye hemen gagasını kapatır ve su çulluğunun gagası orada kilitlenmiş halde kalır. Midye kabuğunu açmayı reddeder, su çulluğu da gagasını geri çekmeyi reddeder ve inatlaşırlar. İkisi de bu kilitlenmeyi açmayı aşamaz ve sonunda bir balıkçı gelir ve ikisini de yakalar.”

 
Çatışmalar mikro veya makro boyutta her nasıl olursa olsun doğanın yasalarına göre sürüyor. Sosyal bilimin yasaları olmadığı için doğru ve meşru tespitlere dayanan akıl yürütmelerin ortaya koyduğu teorilerle anlama, açıklama ve hatta öngörme faaliyetlerini yürütür. Bundan dolayı da sosyal bilimin en temel kurallarından biri, Max Weber’in ifade ettiği gibi “savaşan tanrılardan herhangi birinin yanında saf tutan bir konuma düşmemeye” dikkat etmektir.

İki aktör arasında olabileceği gibi daha fazla aktör arasında da çatışma olabilir. 1648’de kurulan ve halen hükmünü sürdüren ulus-devlet sistemi, devletlere hukuki bir zeminde olmak kaydıyla meşru egemenlik alanları içinde her türlü müdahale serbestliğini tanıyor. Bu, şirketler arasında olabileceği gibi kişiler arasındaki çatışmalarda da geçerli bir kuraldır. Yani mikro anlamda çatışmaların barışçıl yoldan çözümlenmesinde bir araç olan hukuki süreçler ve sonuçları, yaşamın pratiğinde önemli bir faktördür ve hukuki olduğu sürece yasal yaptırımları vardır. Bir başka deyişle, hukuki olmayan bir yasal zemin kaygandır ve belirsizliğin kaynağıdır.

Aslında bu, uluslararası hukuk açısından, yaşamın olmasa da ulus-devletin yaşam mücadelesinin bir göstergesidir. Ulus-devletler bir yandan vatandaşlarına karşı sorumluluklar yüklenirken diğer yandan da uluslararası sorumluluklar yükleniyorlar. Hem egemenlik sahibi olduğunuz, yani aynı zamanda sorumluluklar yüklendiğiniz alanda hukuki zeminde kalacaksınız, hem de diğer ulus-devletlerin de hak ve söz sahibi olduğu alanda sorumluluklar yüklenirken aynı dengeyi gözetmek zorunda olacaksınız.

Filistinliler duymasın ama “insanın içinden devlet olmak gelmiyor” demek mümkündür. Tabii bu bir fanteziden öteye gitmiyor. Çünkü yaşamın tarihsel pratiği halen diğerlerine kıyasla en adil ve en geçerli sistemin ulus-devlet olduğunu gösteriyor.

Ama ne iç politikada ne dış politikada yaşanan çatışmaların barışçıl yoldan sonlandırılması veya bir başka deyişle tarafların birbirlerine zarar vermeden sürdürülmesi için ulus-devletlerarasında müzakere yaparak yaşamaktan başka bir çare de gözükmüyor. Savaş çok maliyetli hale geldiği gibi, eğer iki devlet arasında bugün bir savaş çıksa kimin kiminle savaştığını bilemeyeceğimiz kadar karmaşık bir manzara karşımızda duruyor. En azından Birinci Dünya Savaşı’nda yaşananlar bize bunu gösteriyor.

Verdun’da ölenlerin artık neden öldüklerini ve öldürdüklerini bilmediği bir savaştı ve insanlık ders çıkarmakta o kadar zorlanmış olacak ki, ardından İkinci Dünya Savaşı yaşandı.

Savaşın taraflarının, savaşı sürdürmek için savaş ilanı dışında hiçbir inisiyatifinin kalmadığı bir durumdan söz ediyoruz. Bu da iyimser bir faktördür. En azından savaş çıkmasını önleyen bir etkisi var. Bu yüzden hemen her ulusal ve uluslararası aktör savaş yerine müzakere yapmayı seçiyor. Çünkü savaş yapmakla girilecek sonu belirsiz bir süreç yerine müzakere ile girilecek yine bir oranda belirsiz ama sonucu etkileyebilecek imkân ve yetenekleri kullanabilme olanağı sağlıyor. Tabii barışçıl bir yöntem ve içinde ölüm gibi yaşamı sona erdiren bir kelime yok.

Müzakere her koşulda işlerin iyiye gittiğini mi gösterir? Tabii işler her zaman istenildiği gibi gitmiyor. Bir halk deyişiyle, “evdeki hesap çarşıya uymuyor”. İşte müzakerelerde kilitlenme denilen olgu, bu karmaşık aktör sayısı ve çatışma konuları arasında evdeki hesapla çarşıdaki hesabın arasındaki farkın taraflarca hesaplandığı süreci gösterir.
Guy Olivier Faure, dört koşul olduğu takdirde, “müzakerelerde kilitlenme var!” diyebileceğimizi ortaya koyuyor. Birincisi, müzakerelerin amacından sapması ve deyim yerindeyse “boş geçmeye” başlamasıdır. Bu zaman aralığında, müzakereciler birbirleriyle kavga etmezler hatta birbirlerine saygılı sözler söylerler. Ancak aralarında bir uzlaşma olmadığı gibi bilgi değişimi ve ortaya konulan öneriler de yoktur. Bu kilitlenmenin en temel göstergesidir. İkincisi, tarafların birbirlerine verdiği cevaplar anlaşılmaz ve hemen hepsi sıkıntılı ve şaşkın bir ruh halini yansıtmaya başlar.

Anlaşılmakta zorlanılan bu sürecin sonucu, bir yandan tarafların birbirlerine saldırmaması ve oyunu kaybettikleri hissine kapılmamaları olsa da, diğer yandan olması gereken duyarlılığın ve zorlukları aşmanın getirdiği rahatlığın yok olmasıdır.

Bir bakıma müzakerelerin artık anlamını yitirdiği duygusu yerleşmeye başlar ve taraflar patinaj yapmaya başlar. Üçüncüsü, aynı argümanlar ve açıklamalar sanki sonu gelmeyecek biçimde tekrar etmeye başlar.
Tarafların enerjisi kaybolmaya başladığı için sonuca yönelik adımlar atmaktan çekinmeye başlarlar.

Sonuncusu, taraflardan biri kendini, bir sonraki toplantı için uygun olmadığı gibi göstermeye başlar.
İşte bu gelinen aşama güven faktörünün devreye girdiği en önemli aşamadır.

Artık kilitlenme vardır ve kilidi açabilecek en uygun anahtar, tarafların birbirlerine olan güven faktörüdür.

Kahn’ın, McAllister’dan aktardığına göre güven şöyle tanımlanıyor: “Bir bireyin, diğer bir bireyin sözlerine, eylemlerine ve kararlarına inanması ve bunların doğrultusunda hareket etmesidir”. Kahn incelemesini genişlettikçe güven kavramının tek boyutlu olmadığı sonucuna varıyor ve güvenin üç boyutunu ortaya koyuyor. Birincisi, hesaba dayanan güven (calculus-based trust) kavramıdır. Hesaba dayalı güven, karşı tarafın tutarlılığı ve davranışlarının öngörülebilirliği halinde oluşuyor. İkincisi, bilgiye dayalı güven (knowledge-based trust) kavramıdır.

Bilgiye dayalı güven, karşı tarafın ihtiyaçları ve çıkarları hakkında sahip olunan ve bunlara dayalı olarak ihtiyaç ve çıkarlarının öngörebildiği bilgiler ölçüsünde oluşuyor. Bu tür bir güven anlayışı tek taraflı olduğu kadar tek bir tarafın değerlendirmeleriyle oluştuğu için orta düzeyde bir güven tesisini tanımlıyor. Üçüncüsü ise tanımlamaya dayalı güven (identification-based trust) kavramıdır. Bu tür güven, diğer tarafın istekleri, niyetleri ve değerlerinin tanımlanmasıyla oluşuyor.

Yani yine tek taraflı ancak bu kez bilgiye dayanmayan bir güven oluşma süreci söz konusudur. Bu tür bir güven anlayışını en alt düzeye koymak mümkündür. Böylece hesaba dayalı güvenden, tanımlamaya dayalı güvene doğru güven düzeyinin azaldığı söylenebilir.

Sonuca yaklaşırken güven düzeyi ve kilitlenme teşhisine ilişkin ölçütleri karşılaştırırsak ortaya şunlar çıkıyor: Müzakerelerin boş geçmeye başlaması, tarafların bilgiye dayalı güven düzeyinde olduklarını gösterir.

Tarafların birbirlerini anlama sorunları yaşadıkları dönüm noktalarında, tek taraflı algılamaların ve niyet okuma sorunlarının var olduğunu söyleyebiliriz. Argümanların birbirini takip eden karakterde olması, bilgiye dayalı güven düzeyinde olduklarını, ancak bunu hesaba dayalı güven düzeyine çekmedikleri takdirde müzakerelerin başarıya ulaşması açısından mevcut fırsatı kaçıracaklarını söylemek mümkündür. Sonuç olarak, müzakerelerin bilgiye veya tanımlamaya dayalı güven düzeylerinde yürütülmesi, er veya geç kilitlenmelere yol açar. O nedenle hesaba dayalı güven düzeyinde müzakere yapmak, yani bir bakıma müzakerelerin sonucuna yönelik olarak zihniyet dünyalarının buluşmasını sağlamak son derece önemlidir.

haberrevizyon şubat 2013 cumhur mumcu1 haberrevizyon şubat 2013 cumhur mumcu2

HABER REVİZYON DERGİSİ ŞUBAT 2013

Bir cevap yazın