Eski siyah-beyaz Türk filmlerini izlerken belki dikkatinizi çekmiştir; çalışan yakışıklı memur, gömlek kolları kirlenmesin diye kolluk takardı ve mahallenin kız anneleri, kızlarını onunla evlendirmek için neredeyse sıraya girerlerdi. Kimse kızını bilmem ne fabrikasında çalışan üretim müdürü ile evlendirmeyi düşünmezdi bile… En sağlam koca, en sağlam eş devlet memurundan olurdu çünkü.
Aradan geçen yıllarda özel sektör canlanıp zirveye oturunca doğal olarak tercihler de değişti ve devlet memuru, dolayısıyla devletçilik ikinci plana düştü. Varsa yoksa CEO’lar, özel şirketlerde ne iş yaptığını sözlüğe bakarak anladığın vasıflar oluştu. Ama iş garantisi, yüksek ücretler, yılsonu büyük primler, şirketler arası transferler de onlardaydı. Yani artık özel sektör çalışanları en gözde personel, özel şirketlerde çalışmak ise herkesin hayaliydi.
Peki, bugün için şunu sormak istiyorum; araba kullanmasını bilen bir genç, bilmem ne holdingteki işe mi girer yoksa bilmem ne vergi dairesindeki kadroyu mu tercih eder? Bir genç kızımız bir fabrikada mı santral memurluğu yapmak ister yoksa bir kamu dairesinde mi? Boşuna mı Ankara müsteşardan, danışmandan geçilmiyor? TBMM kim bilir kaç tane özel şirket çalışanına eşit istihdam sağlayan bir kadroya sahip…
Daha önce yazdığım yazılarda da kısa kısa değinmeye çalışmıştım; artık Türkiye’de tüm taşlar yerinden oynadı ve yeniden şekillenmesi için oldukça uzun bir zamana ihtiyaç var. Zaman da soyut bir kavram, yerinden oynayan taşlar da… Renkli televizyonun ülkemize geldiği tarihi 1980 yılı dersek, 32 yılda nereden nereye geldik… Birisi o yıllarda bugünkü teknolojiyi bana anlatsa ben Uzay Yolu filminde olur derdim… Bu sebepten “uzun bir zaman” sözcüğünün tarih karşılığını söyleyebilmek gerçekten kolay değil…
“Taşlar yerinden oynadı” cümlesi de çok konuşulan bir başlık… İster istemez ben de kullandım.
İyi, güzel de bu taşlarla kim oynadı? Neden oynadı? Bunların cevabını büyük bir ihtimal ile önümüzdeki 30 yıl bitmeden öğreneceğiz ve günlerce aylarca bunları konuşacağız. Bugünden bunlar hakkında fikir yürütmek aynen komplo teorileri üretmek gibi bir şey… Günlük gazeteleri okuduğumuzda o kadar çok teori üretildiğini görüyoruz ki zaten bunlardan biri mutlaka tutacaktır… Biri olmazsa diğeri olacak.
Gerçek olan bir şey vardır, başrolde bulunan Sayın Başbakan bu konuda çok başarılıdır… Gerek genel hitabet yeteneği gerek gündem değiştirirken yaptığı manevralar gerekse içinden geldiği gibi davranması büyük bir vatandaş gurubu tarafından beğeniyle takip ediliyor… Ben psikolog veya analist değilim, taraf da değilim. Sadece çevresini izleyen, gördüklerini bugün için yazan biriyim; yarın bir gün yazmam sadece okurum.
Büyük halk kitlesi diyorum çünkü araştırma şirketlerinin yüzdeleri bunu gösteriyor… Biz, yani Türkler Orta Asya’dan bu topraklara göç etmiş bir ırkın devamıyız… Özümüz savaşçıdır, hırçındır, daima bir lidere güvenmiştir. Bir lidere güvenirsek onunla birlikte dağları devirir ilerleriz… Bunun en büyük örneği Mustafa Kemal Atatürk’tür… Kendisi sadece bizlerin değil dünyanın kabul ettiği bir liderdir ve bizim de önderimizdir. Dün böyleydi yarın da böyle olacak… Heykelini yıkmakla resmini kaldırmakla O’nun sevgisini kimse bizim yüreğimizden kazıyamaz… Ama maalesef O’nun bize altın tepsi içinde Noel Baba gibi sunduğu Cumhuriyet’i biz hala anlayamamış durumdayız ki bugün birlikte kurduğumuz ve daha sonra iki tane oy için bozulan sistemleri sorguluyor durumdayız. Rahmetli babam otuz yıl önce “Atatürk’ten sonra demokrasi bize biraz bol geliyor, üzerimizden düşüyor” diyordu; galiba haklıymış…
Sayın Başbakan’ın gerek yurt içinde gerekse yurt dışında diğer ülke liderlerine yaptığı çıkışlar sokaktaki vatandaşın hoşuna gidiyor; biz yıllardır IMF’nin oyuncağı olmuşken bugün “Sen kimsin? Al son taksitini, otur yerine!” diyor… AB’ye “Sen kimsin de beni almazsın? Bakalım ben seninle olmak istiyor muyum?” diyor. Bir televizyon programı ile düşüncesini pat diye söylüyor… İçi dışı bir görüntü çiziyor ekran karşısında… Diyorlar ki takiyye yapıyormuş, onu ben bilmem; o yukarıdaki ile kendi arasında. Ben gördüğümü kabul ederim, senaryo yazmam.
Demek ki biz yıllardır buna özlem duymuşuz diye düşünüyorum. Özlem duymuşuz ama her kararı da beğenecek değilim… Şahsen ben “orası mavi bölge, burası kırmızı bölge” diyenlerden değilim. Devamlı bir cami yapma teşebbüslerine sıcak bakanlardan da değilim. “Çamlıca Tepesi’ne yapalım bütün İstanbul görsün, Göztepe’ye yapalım Kadıköy görsün, Büyükada’ya yapalım Kartal görsün.” demenin anlamı ne?
Hangi yabancı ülkede bütün bir şehrin göreceği kutsal mabet inşa ediliyor? İstanbul şehri zaten her adımında tarih ve kutsal mekanlarla dolu. Biz bunlara sahip çıkıyor muyuz? Biz bunları dolduruyor muyuz?
Bir müddet sonra ağaç, çiçek, böcek görmek için torunlarımız plaza yapılmamış mezarlık aramasınlar…
HABER REVİZYON DERGİSİ MART 2013