“Birgün gelecek, savaşan eller düşecek…
Ve o gün geldiğinde Viyana ve Torino, Petersburg ve Berlin, Paris ve Londra ve hatta Ruen ve Boston ve Philadelphia birleşecek…
Düşünceler ve ticaret, savaşın yerini alacak…
Tek parlemento tüm Avrupayı yönetecek…
İnsanlık için ülkelerimizin bencillikleri ortadan kalkacak…
Daha fazla İngiliz, daha fazla Fransız ve daha fazla Alman olacağız, Avrupalı olacağız, adam olacağız…
Amerikayla aramızdaki okyanusun varlığı bile onlarla birleşmemizi engelleyemeyecek…”
Yukarıdaki alıntılar Fransız düşünür, yazar ve şair Victor Hugo’nun 21 Ağustos 1849’da Paris Dünya Barış kongresinde yaptığı konuşmadan, sunumun başlığı şuydu: “ İntikamlarımızı, birbirimizi kardeş Kabul ederek gerçekleştirelim”, böylece artık kin beslenmeyecekti.
Herşey 1453’de başladı. Türkler Istanbul’u almışlardı ve artık Avrupaya gereğinden fazla yaklaşmışlardı.
Bundan böyle Doğudaki bu düşmana karşı oluşturulacak birlik istila değil, öncelikle savunma için olmalıydı. Bu konudaki ilk söylem 1467’de Bohemya Kralı Podebrady’li George tarafından dile getirildi.
Birleşik Avrupa düşüncesi, o günden itibaren özellikle Almanya başta olmak üzere Fransa ve İtalya’nın bir düşü ve Kutsal Roma İmparatorluğunun yeniden inşaası hedefi bu ülkelerin genlerinde yer etti.
Önceleri, ortalığı kasıp kavuran Türklere ve herzaman potansiyel bir tehlike olan barbar, eğitimsiz ve köylü Asyalı Ruslara karşı olası bir savunma paktı düşüncesine dini unsurlar da eklenerek birliktelik sağlanmaya çalışılsa da, Avrupalı monarşilerin önüne geçemedikleri emperyal hısları ve Protestanlığın da orataya çıkmasıyla alevlenen kanlı savaşlar, bu Megalo İdea’nın gerçekleşmesini yüzyıllar sonrasına erteledi.
Anadoludan, Edremit’ten giden bir Anadolu kaviminin kurmuş olduğu Roma İmparatorluğu düşüncesi, Napolyon Bonapart, Adolf Hitler ve Benito Mussolini gibi, bugün Avrupalılarca şeytanla eş tutulan liderlerin amaçlarını belirledi. Gerek kendi kostümlerinde, gerekse de savaşçılarının kullandığı ünüforma ve aksesuarlarda hep, Batı Hun İmparatorluğunca yıkılmış bu Kutsal Roma izlerini taşıyorlardı. Zaten, Roma’da yerleşik Vatikan; başlangıcında, tüm bu liderlere destek olmuş, bu diktatörlere gizliden veya açıkça yardımlarını esirgememişti.
Bu gün, ekonomik olarak çöküntü çatırtılarının bariz bir şekilde duyuduğu Avrupa Topluluğunun kuruluşu 25 Mart 1957’de Kutsal Roma şehrinde gerçekleşmiş, ancak daha sonra birliğe katılan İngiltere hiçbir zaman Avrupalı olmamış, Victor Hugo’nun rüyası olan Amerika Birleşik Devletleriyle arzulanan beraberlik gerçekleşememiştir. Birlik içindeki ekonomik olarak kuvvetli devletlerin tavırlarında ulusalcılık tüm gücüyle hüküm sürmekte ve halklarının, ekonomisi daha zayıf olan devletlere verilen desteklere homurdanması dindirilememiştir.Görünen o ki, başkenti Brüksel olan birliğin Kutsal Roma İmparatorluğu geniş çapta Almanyanın elindedir ve topluluk için Sonbahar başlamıştır.
Bir zamanların, üstünde güneş batmayan İngilteresi, bugün pek çok sömürgesini kaybetmiş görünse de, Amerika ve Avrupa Topluluğu arasında akılcı siyasetiyle, dünyayı şekillendiren önemli bir aktör olma özelliğini sürdürmektedir.
Victor Hugo’nun Dünya Barış Kongresinde verdiği söylevden 65 yıl kadar sonra Avrupa’da yeniden bozulan barış süreci Osmanlıyı da içine katarak I. Dünya Savaşına yol açmasıyla, 1918 de topraklarımız galip Avrupalılar ve onların şımarık kardeşleri Yunanistan’ın istilasına uğradığında yüce Atatürk’ümüzün başlattığı Kurtuluş savaşı esnasında, daha Büyük Taarruz’a dahaaltı ay varken; Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şöyle sesleniyordu, 6 Mart 1922’de:
“…Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’ nin en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatini ve Ülkemizi tehdit altında bulunduran, en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiştir.
Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı.Türkiye, Viyana’dan sonra Peste ve Belgrat’ta yenilmeseydi, Avusturya / Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti.Fransa, Italya, Almanya’da, ayni kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir.’
‘…Bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır.Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür.Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak, birleşmiş ve ittifak etmişlerdir.Ve bunun sonucu olarak, birçok zekâlar, duygular, fikirler, Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır.Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine islemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.’
‘…Oysa güç ve kuvvet, Türkiye’de ve Türkiye halkında olan gelimse cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin en çok da yöneticilerin artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün isleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karsılaşmışlardır. İste Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür.’
‘…Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu.
Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlak bakımından da düşüyor.Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu ‘maneviyatı’yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu’yla Batı’nin birleştiği yerde bulunduğumuz,’maneviyat’ından tamamıyla soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka, bir sonuç beklenemez.’
‘… Bu düşüsün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır.
Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa basına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karsısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı.Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler.
Türkiye’de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’
Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı.’
“…Bilelim ki, ulusal benliğini bilmeyen uluslar, başka uluslara yem olurlar.”
Batı, Rönesans ve Reform devrimlerini gerçekleştirdiğinden beri yönünü hep akıl, pozitif bilim ve aydınlığa doğru saptamıştır. 18. Yüzyılda Burjuva ve 19. Yüzyılda da Sanayi Devrimlerini gerçekleştirerek kendisinin dışındaki dünyayı, kendi çıkar ve geleceği için şekillendirme çabasına girişmiştir. Osmanlının “Hasta Adam” olma dönemine son veren, yüce Atatürk’ümüzün Türkiye Cumhuriyeti, zamanın tüm olanaksızlık ve zor koşullarına rağmen kendi özgürlüğünü de koruyarak bir dizi Aydınlanma devrimlerini gerçekleştirip, ekonomi ve sanayide kendine yeter hale gelme becerisini gösterebilmiştir. Bu süreçte, Avrupa ve Amerikanın saygısını kazanarak, mazlum ulusların da örnek aldıkları bir ülke olmayı başarmıştır.
1946’dan sonra, çok partili dönemle birlikte, özellikle 1950’den itibaren -Atatürk Devrimlerinden uzaklaştıkça- bir zamanlar bize saygı duyan emperyalist ülkelerin, her geçen gün artan oranda, bir proje ülkesi olma sürecine başladık.
İktidar olmak için çalışan partiler, askeri darbeler, yeni ortaya çıkan liderler hep onlardan icazet ve yol haritası alma zorunluluğunda hissettiler kendilerini.
Bu gün yaşadıklarımıza baktığımızda, ülkemizin; Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere, Avrupa Topluluğu ve İngilterenin siyasi hamleler yaptığı, hem veremi, hem de sıtmayı yaşattıkları, iç ve dış siyaseti çökmüş, eğitimli işsizlik oranı her geçen gün artmakta olan, özellikle FED’in son kararlarından ve Mısır’la ilgili politikalarımızdan ötürü bu Sonbahardan itibaren ekonomik çöküşe gebe bir tablo çıkıyor karşımıza.
Tansu Çiller’in Avrupalı olma müjdesinin kalıntılarıyla günümüz iktidarının Ankara’da gündüz vakti attığı “artık Avrupalı oluyoruz” havai fişeklerinin, “Obama’nın sesini özledim” söylemlerinin, Suriye’nin Esad’ı (artık Esed) ile yatıp, Mısır’ın Mursi’siyle kalkıyor olmamızın, Doğu ve Güneydoğumuzda devletimizin yavaş ve kararlı adımlarla yok edilmesinin ve artık pek demokrasiden dem vurulmamasının geldiği noktada “One minute” mi, yoksa “Enough” mı olduğu kararı arifesindeyiz.