On dokuz Mayıs yürüyüşünde bir dostum: “Atatürk bu günleri öngörmüş müydü?” diye sordu bana. “Hiç sanmıyorum” dedim, “ gaflet, delalet ve hatta ihanet içindekilerin var olacağını biliyordu ama kurduğu Cumhuriyeti emanet ettiği gençliğin bu denli duyarsız olabileceği hiç aklına gelmemiştir.” Gençlik derken, sakın günümüzün genç neslinden söz ettiğim anlaşılmasın; yüce Atatürk’ün “Nutuk”’u kaleme almış olduğu tarihten bu yana yaşamlarının bir bölümünde gençliklerini yaşamış olanlardır kastım.
Cumhuriyet tarihinin en yüksek iç ve dış borç rakamlarına ulaşıp, her geçen gün de bu rekoru defalarca kırmaya devam ederken; “IMF’ye olan borçlarımız ödenmiştir ve hatta onlara borç verecek hale geldik” sözüyle harekete geçen yazılı ve görüntülü basınımızın seçkin(!) merkezlerinden ayrıcalıklı fikir sahiplerinin konuyla ilgili takdir ve övgü gümbürtüleri, ne yazık ki medya patronlarının ülkenin genel ekonomik çöküntüye gidiyor olmasından nasiplerini alacak olmasını önleyemeyecektir.
Balık hafızasının güvenli kucağı
Son yılların en kanlı eyleminin ancak yarım saat geçtikten sonra, “son dakika” olarak ajanslara düşmesini takiben, kaybettiğimiz yurttaşlarımızın sayısının dört mü, elli bir mi veya yüz yetmiş üç mü olduğunu anlayamadığımız durumda bile gözlerimizi bantlamaya çalışanların; “bir koyup, üç alma” peşinde olanlardan sonraki en başarısız dış politika serüvenini dikkatlerden kaçırmaya çalışması bile yetersiz kalmış olacak ki, konu kararlatılarak, balık hafızasının güvenli kucağına terk edilmiştir.
On yıl öncesinin sermaye gruplarının kraldan fazla kralcı korkak tavırlarının yanı sıra, yeni zengin kadroların isimsiz pervasızlığı; bir kaç torba kömür ve gıda yardımlarıyla yaşamını sürdürmeye çalışan milyonların sessiz kaderciliğine ve ellerindeki plastik paralarla, iyi kötü bir işe sahip ama yok olmakta olan burjuvaların çekingen suskunluğuna neden olmaktadır.
Kadının, güçsüzün ve ülke severlerin her gün biraz daha artarak yok sayılıp, zulüm görmesi sonucu bozulan ahlakımız ve göreneklerimiz çılgınca bir kaosa sürüklendiğimizin bir göstergesi.
Bebek katilleriyle ve onların silahlı güçleriyle yapılan anlaşmalar, bir gurup akil insanın şehir şehir dolaşıp akan kanların durması dileklerini dile getirmeleri, yıllardan beri sadece muhalif olduklarından, hükümlü değil, tutuklu gazeteci ve bilim insanlarının (ki, bir kısmı da milletvekili seçildiği halde) özgürlük ve yaşam haklarının gaspı gerçeğini engelleyemiyor.
İletişim çağının güdümlü düşünceleri
Yirmi birinci yüzyılın bir iletişim çağı olduğu gerçeğine karşın, ne yazık ki gözler daha az görür, kulaklar daha az işitir, düşünceler de daha güdümlü hale geldi. Arama motorlarından, sözlüklerden ve bunlara benzer pek çok kanallardan edindiğimiz bilgileri olduğu gibi doğru sayıp, asıl bizim yapmamız gereken araştırma ve gerçeğe ulaşma gayretini başkalarına bırakmış haldeyiz. Sosyal medya, eğer sansüre uğramamışsa yegane düşüncelerimizi ortaya serdiğimiz ortamlara dönüştü; biber gazı ve cop yemeden.
Yaşanan tüm garipliğe karşın, hani o meşhur davada aranan bir numara olan, içinde Allah sevgisi ve Mustafa Kemal Atatürk bilincini taşıyan Türk halkının varlığı da yadsınamaz.
Onların içinde sönmeyen bir meşaledir UMUT.
12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinden yılan halk, aynen Osmanlı’nın son zamanlarına doğru, Anadolu’daki önce devlet ve sonra da eşkıya zulmüyle kaderci yapıya bürünmesi gibi, bugün de kendi gücünden habersiz, sessiz ve durağan bir kitle haline gelmiştir.
MUHALEFETİN ATALETİ
Burada asıl hayretle karşılanması gereken kesim, aslında hiç de azımsanmayacak bir desteğe sahip muhalefet kurumlarının, olup bitene karşı atalet içinde olmasıdır.
Halkın içindeki umut ışığının bir güneş gibi ülkeyi aydınlatmasına rağmen, bunu göremeyecek kadar sinmiş olunması inanılır gibi değil.
Özellikle siyasi partilerimizin ve kitle örgütlerinin seyrek ve cılız çıkışlarının bir sonuç alamadığını yaşadık, biliyoruz. O halde bu demokrasi ve özgürlük hareketinin sık ve düzenli olarak, yurdun dört bir yanına dağılarak, mevcut kanunlar çerçevesinde yapılması karşısında hiç bir güç dayanamaz. İster birlikte, isterse de ayrı ayrı yapılmalı ama akıl yolundan ayrılmadan bir süreklilik arz etmeli.
Unutulmamalı ki düzenli ve devamlı damlayan suyun delip parçalayamayacağı hiç bir taş veya maden yoktur.
Yüce Atatürk’ümüzün bize emaneti; Türkiye Cumhuriyetine olan sorumluluğumuz bizim durağan değil, sürekli eylem içinde olmamızı gerektiriyor.
HABER REVİZYON DERGİSİ HAZİRAN 2013