Beş altı sene öncesiydi, daha o zamanlar İDO (İstanbul Deniz Otobüsleri) daha insaflı bir ücret politikasına sahip. Ben de sık sık gittiğim Çanakkale’ye hızlı feribotla Bandırma’ya kadar gidiyor, sonrasını karayoluyla devam ediyordum. Bandırma iskelesine sefer saatinden birkaç saat once gelmiş feribotun gelmesini bekliyordum. Bir süre sonra, etrafı çınlatan bir mikrofondan RTE, Recep Tayyip Erdoğan’ın sesi gelmeye başladı.
“Allah Allah” dedim, “Bandırma’ya gelmiş demek ki”. Oysa oraya gelirken, dağ taş polis ve koruma ordusunu görmemiştim. Biraz kulak kabarttım, konuşmanın konusu tamamen dini konuları içeriyordu. “Yok artık, bu kadarı da olmaz” diyerek arabadan çıktım, biraz ilerideki kalabalığa doğru yürüdüm. Hac seyahatine gidecek yolcular ve onları yolcu edenlerin oluşturduğu bir kalabalık ve biraz yüksek bir platformda, bir din görevlisi tavsiyelerde bulunuyor ve Kuran-ı Kerimden pasajlarla söylemini süslüyor. Ama ses tonu, kelimeleri vurgulaması ve hatta tavırlarıyla aynen RTE.
Sonraları daha dikkat eder oldum, cenaze namazlarında ve Cuma hutbelerindeki din görevlilerine; çoğunlukla gene aynı ses tonu ve vurgulamalar. Bu kişilerin ortak noktalarının İmam Hatip Liseleri olduğu göz önüne alındığında, bu özelliğin eğitimlerinden geldiği aşikardı. Kitlelere hitap etmek üzere aldıkları söylev derslerinde edindikleri alışkanlıklarıydı. Ve bu konuşma şekli, siyasete uygulanınca da, halkın zaten camiilerimizde hüşu içinde dinlemekte oldukları vaazlardan bir farkı kalmıyor, söylenenlerin içeriği olduğu gibi kabul görüyor ve sonra da akılda kalan süslü birkaç slogandan ibaret oluyordu.
Oysa ki iktidara geldiklerinde, alt yapısız, devlet idaresiyle ilgili bilgi ve görgüden uzaklardı. Şimdileri paralel(!) diye adlandırdıkları yapıdan bir ders almamışlar, eğitim ve tecrübelerini devlet idaresi için edinmemişlerdi. Kolayına gittiler, dış politikayı kendilerini bir proje olarak oluşturan ve iktidara getiren dış güçlere; hukuğu, mülki idareyi ve kolluğu cemaate ve geriye kalan diğer konuları da, konularında yetkin kişileri maddi olarak tatmin edip devşirerek hal yoluna gittiler.
İlk yılların ürkekliği içinde yapılagelen icraatların, uzun vadeli getirileri düşünülmeden ve arkasındaki hazırlıklar göz ardı edilerek ve asıl işleri medya olmayan patronların diğer iş konularında, hükümetten beklentisi doğrultusunda, basının önemli bir bölümünün abartılı desteğiyle, halktan takdir gördüğü bir gerçektir. Ancak, zamanla ve özellikle de ABD Başkanlarından alınan desteklerle, durum farklılık göstermeğe başlamış, daha fütursuzca hareketler sergilenmeye başlamış, ülkeyi kuranların tesis ettikleri Cumhuriyet Kurumları bir plan dahilinde gözden düşürülüp, ya işlevsiz ya da tepe taklak edilmişlerdir. Tüm bunlar olurken, bir camii vaizi ses tonu ve vurgularıyla halkı hipnotize etmeye ara verilmemiştir.
İktidar güçlerini paylaşan tarafların, Atlantik ötesi projelerini uygulamalarını; cemaatin, İslam dininden Hz. Muhammed’i çıkartarak “Dinler Arası Diyalog” söylemleriyle, iktidarın “Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlığı” böbürlenmelerini hep birlikte gördük, yaşadık.
Her iki grup da kendilerine biçilen rolü bir yandan gereği gibi oynadığına, diğer taraftan da taraftarlarından yeni bir oligarşi oluşturup ve vaktiyle eleştirdikleri “diğerleri” gibi haksız kazanç ve orantısız servet bataklığına saplandıklarına şahit olduk. “Yetmez ama evet”çilerin umursamazlığına, yurdun dört bir yanında mantar gibi bitiveren AVMlerin oluşturduğu, üretimsiz tüketim çılgınlığına, şehir merkezlerinin dışında oluşturulan uydu kentlerin lüks ama ruhtan yoksun çok katlı yapılarına ve trafik sorununu daha da çözümsüz hale getiren son model ithal araçların birer borç halkası gibi kişilerin burunlarına takıldığına kimi zaman gıpta, kimi zaman da hayretle baktık. Ve vaiz, o bildik ses tonu ve vurgulamalarıyla: “daha” diyordu.
Ülkeye sürekli olarak akmakta olan sıcak paranın, hiçbir şekilde üretim sektörüne dönüşmeyip, milyarlarca ağacın yok olması ve kıyıların yağmalanması uğruna duble yollara, bir zamanlar Cumhuriyetimizi var eden Kamu İktisadi Teşekküllerinin yabancılar elinde sürekli el değiştirilip, edinilen karların gene yurt dışına gitmesine, bindokuzyüzellilerdeki binlerle ifade edilen dolar rantı ve suistimalinin, Özal dönemine gelindiğinde milyon dolarlara varması gibi, bu kez yüzlerce milyon ve hatta milyar dolarlara ulaşmasına aracı olduğu gerçeği yadsınamaz.
Ve deniz bitti, 2013’e gelindiğinde. Sıcak para akışı durdu, verilen destekler kesildi, telefon konuşmalarında beyzbol sopaları ön plana çıktı. Libya ve Mısır fiyaskoları, Suriye’de felakete dönüştü. Birilerinin halının altına süpürülme zamanı gelmişti. Zaten projeydi, zaten kağıttan kaplandı ve ne yazık ki, zaten donanımsızdı.
Ses tonu hırçınlaşmıştı ve vurgulara daha heyecanla basılılıyordu, vaiz, padişah olmuştu. Baskılar sadece gazeteci, bilim insanı veya askerlere değil, halka inmiş ve elle tutulur hale gelmişti. 2013 Haziran’ında patlak veren Gezi Hareketi çınlatıyordu heryeri: “kral çıplak.”
Gene aynı yılın 17 Aralığında bir bomba daha patladı. Artık her ne olduysa, belki de ülkeyi yoktan var eden milyonların kemik sızıltılarındandır, bir yerlerde öküz ölmüş, ortaklık bozulmuştu. Her geçen gün yeni ipliklerin pazara operasyonlar, ses kayıtları ve tapelerle çıktığı günleri yaşıyoruz. İmam beddualara gömüldü, vaiz de hırçınca hakaret ve yalanlara…
Biz laik Türkiye Cumhuriyeti halkına da imanların, vaizlerin siyasette bıraktıkları tortu kaldı.
Oysa, ulu önderimiz Yüce Atatürk şöyle sesleniyor, 1926’dan:
“İnsanlar daima yüksek, temiz ve mukaddes hedeflere yürümelidirler.
Bu hareket şeklidir ki insan olanın vicdanını, dimağını ve bütün insanî kavramını tatmin eder. Bu şekilde yürüyenler, ne kadar büyük fedakârlık yaparlarsa, yükselirler ve bu hareket şekli mutlaka açık olur.
Çünkü alnı açık, dimağı açık, kalp ve vicdanı açık insanlar tarafından idare olunabilen toplumlar ancak bu manada hareketlerin izleyicisi olabilirler.
Fikirlerini, duygularını ve teşebbüslerini gizli tutanlar, gizli vasıtalar uygulamaya girişenler mutlaka utanma ve sıkılmayı gerektiren, akıl ve mantığın haricinde hareket edenler olabilirler. Bu gibi işlere girişenlerin sonu er geç acıdır.”
“Bu kitabı yurduma taşı rüzgar, ne olur!
Ölü yaprak açıyor ağaç, köksüz olunca…”
Victor Hugo