Sanki gök delinmişti; yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Soğuk lodosla savrulan yağmur suları buz taneciği gibi çarpıyordu insanlara.
Ara sokaklardan ana caddeye dura kalka yol alan araçlar sıkışıp kilitlenmişti. Yağmurla lodosun hızına inat, trafik durma noktasına gelmişti. Mercan Yokuşu’nun ara sokaklarından Sirkeci’ye yük taşıyan at arabasının sürücüsü, kol ağızları yıpranmış deri ceketinin yakalarını kaldırmış, morarmış etli dudakları arasına sıkıştırdığı sigarasını çekiştiriyor, arada bir kırbacını Kırmızı At’ın sırtına, kalçalarına vuruyordu. Her kırbacı şaklattığında Kırmızı At’ın sırtında yol yol iz kalıyordu. Islak derisini donduran soğuk lodosun üstüne kırbaç, Kırmızı At’ın canını yakıyordu ki; hayvan her kırbaçtan sonra daha sıkı adım atıyor, ardındaki yük dolu arabayı sürüklüyordu.
Arabacının gözleri Kırmızı At’ın dik duran kulaklarına odaklanmıştı. Yağmurun şiddeti Büyük Postane’nin önündeki şemsiye satıcısı genci coşturuyordu. Kafasına geçirdiği mavi yağmurluğuyla korunuyor, iki eline desteklediği şemsiyeleri önünden koşturarak geçen insanlara, “İthal bunlar, al vatandaş!…Yağmurda, doluda, karda, ithal şemsiye kullan!..” . Yıkıyordu ortalığı; işi de tutturmuştu. Yağmurdan korunmak için bir an önce şemsiyenin altına girmek isteyenler pazarlık yapmaksızın, fiyat sormadan şemsiyeyi şöyle bir açıyor, başının üstünde tutup ardından cebine davranıp para çıkarıyor, alıyordu. Şemsiye satıcısı genç, her satıştan sonra daha bir iştahla, “Gel! Geel!” ünlemesiyle satışını yapıyordu.
Kırmızı At, canını dişine takarak sürüklediği yük dolu arabayı elektronik mağazasının önüne dek çekti. Burnundan oluk oluk buhar fışkırıyordu. Meşin ceketli arabacı zıpladı indi, kamçısının ipini topladı avucuna…
Boynuna biriken yağmur sularını silkeledi, omuzlarını gerdi. Kırmızı At’a göz ucuyla baktı, umursamaz tavırla yürüdü. Elektronik mağazasına girdi. Yağmur, olanca hızıyla yağıyordu.
Kırmızı At’ın tüyleri kabarmış; arada bir titriyor, yerinde tepiniyor, huysuz huysuz kişniyordu. Meşin ceketli arabacı, elektronik mağazasının vitrininden dışarıyı seyrediyor, çayını yudumluyordu. Kırmızı At, yerinde birkaç kez tepindi, hamutundan çıkmak ister gibi gerindi, arabayı ileri geri çekti.
Kimsenin aldırdığı yoktu. Bir süre sonra meşin ceketli arabacı içeriden çıktı, huysuzlanan Kırmızı At’a, “Dek dur lan, Kırmızı! Bozma kafamı hergele!” diye bağırdı. Kırmızı At, hamuttan kurtulmak için çabalıyor, sanki boynunu acıtan bir şey varmış gibi rahatsızlanıyordu. Meşin ceketli arabacı söylendi, söylendi ve kırbacı Kırmızı At’ın ayaklarında, bacaklarında, kafasında birkaç kez şaklattı. Sirkeci’nin orta yerinde, meşin ceketli arabacı azmış kudurmuştu!..
Karşı sokağın ucundaki eski iş hanının merdivenlerinden olayı izleyen iri yarı palabıyıklı adam, “Lan arabacı, vurma Kırmızı At’a” diye uyardı.
Arabacı, şöyle bir başını çevirdi, eliyle ‘hadi be!’ der gibi yaptı. Palabıyıklı adam merdivenlerden hızla indi, koşarak geldi arabacının yanına, hırsla baktı. Arabacı tırstı. Kamçıyı indirdi usulca… Palabıyıklı adam, Kırmızı At’ın sırtına etli kıllı ellerini sürttü, arabacıya; “Hasta lan bu hayvan, sen hasta halinden bilmez misin hergele!” dedi. Arabacı, kısık bir sesle, “Huysuzluğu üstünde bugünlerde” diye mırıldanıp alttan aldı. Palabıyıklı iri yarı adam döndü, yürüdü…
Sırtındaki yük semeri kalçaları üstünde ırgalanıyordu. Elektronik mağazasının kapısı önünde dikilen çırak, arabacıya, “Hamal Deli Rıza derler ona” dedi, girdi içeri.
HABER REVİZYON DERGİSİ ŞUBAT 2013