Bu gerçeği görebilmek için öncelikle “işgal ve savaş” kelimelerinin manasını iyi kavramamız gerekir.
Çoğunlukla işgal ve savaş kelimelerinin manası aynı anlamda kullanılır. Hâlbuki tam tersine iki kavram birbirinin karşıtıdır. İşgal, bir yeri çıkar ve menfaat amaçlı her yolu deneyerek ele geçirmek ve haksız bir şekilde zarar vererek menfaat temin etmektir; Savaş ise bu işgale ve zarara karşı verilen meşru müdafaadır ve gerekmedikçe yapılmaz.
Bunu doğadaki bir örnekle açıklamak gerekirse;
Bir bölgeyi sivrisinekler işgal etmişse, bu haşerelere karşı verilen mücadelenin adı sivrisinekle ve dolayısı ile onun zararlı neticesi olan sıtmaya karşı savaştır. Sivrisinekler, arılar ve karıncalar gibi kendi yiyeceğini emeğe dayalı temin edip üretmek yerine, direkt üretenin kanını emerek beslenmeye ve beslenirken de zarar vermeye programlanmış asalaklardır.
Bazı ülkeler de, tıpkı sivrisinekler gibi millet olarak ayakta kalabilmek için daha emeksiz ve vahşi bir geçim yolu olan kan emicilik sistemini çağımızda artık yaşam şekilleri haline getirmişlerdir. Tarihteki eşkıyalık ve talan geleneğinin devamı olan bu anlayışın bugün ki adı emperyalizmdir.
Emperyalistlerin bu insanlık dışı eylemleri gerçekleştirmek için tarih boyunca her seferinde insanlığa anlatacakları sözde haklı birtakım gerekçeleri vardır; Her seferinde de işgal etmeyi plânladıkları ülkelerde zaman içinde kendi işbirlikçilerini oluştururlar ve işgal gerekçesinin alt yapısını da onlarla birlikte kurarlar.
Bu işbirlikçiler öncelikle aralarında görev taksimi yaparak toplumun milli, manevi ve etnik değerlerine ayrı ayrı mensup olarak topluma karşı kendilerini kamufle ederler. Diğer taraftan ise sözde mensup oldukları bu değerlere bağlı topluluklar yaratarak toplumsal ayrışmayı sağlarlar. Bu toplulukları ve dolayısı ile değerleri birbirine karşı çatıştırmak suretiyle de iç kavga ortamı yaratırlar. Bu şekilde iç barış ortadan kalkar ve değerler de zaman içinde yıpratılmış olur.
Genellikle uygulama modeli, işgal plânlanan her ülke için aynıdır;
Öncelikle hedeflenen ülkede yıllar içinde işbirlikçilerin de yardımı ile seçim sistemine müdahale edilerek son derece baskıcı bir rejim kurulur, yeni rejime her türlü basın ve propaganda desteği ile maddi destek verilir. Sonra belirlenen dış güdümlü politikalarla ülke borç batağına sokularak milli ekonomisi yok edilir, halkın sosyoekonomik çöküşü sağlanır ve halk günlük yaşatılır. Daha sonra ülkenin milli savunma direnci felç edilir, toplumu bir arada tutan milli ve manevi değerler yıpratılır, toplumsal barış ve uzlaşı kültürü ortadan kaldırılarak iç çatışma ortamı yaratılır.
Halk sokaklara çıkarılarak eylem yapması temin edilir ve provokasyon faaliyetlerine destek verilir. Sonunda tüm doğrularını ve değerlerini yitirmiş olan çaresiz ve çatışma ortamındaki halk zulümden kurtarılmak üzere insan hakları bahanesiyle ülkeye gelinir ve yine işbirlikçileri aracılığı ile yönetime el konulur.
Bugün Ortadoğu’da yakılan ateşin, kaynayan kazanın ve işlenen toplu cinayetlerin sebebi bu projedir. Türkiye’de bu proje kapsamında mütalaa edilen ülkeler arasındadır, geçmişte ve yakın zamanda meydana gelen olayları bu bilgilerin ışığında değerlendirmek gerekir.
Uygulanan bu dev proje 1980’li yıllarda uygulamaya konmuştur ve adı “Yeni Dünya Düzeni”dir; Burada hedef, tüm Dünya’yı bir tarafta kan emerek geçinenlerin, diğer tarafta ise kanı emilenlerin bulunduğu iki kutuplu hale getirmektir. Yeni bir sömürgecilik anlayışına sahip olan bu insanlık dışı proje, ne yazık ki ülkemizin de içinde bulunduğu bu coğrafyada olanca vahşeti ile önemli bir mesafe kat etmiştir.
Bu işgal projesinde Türkiye için biçilen görev ise, kendi sırası gelene dek işgallere hizmet eden mayın eşeği görevidir. Yıllardır bu amaçla tahrip edilmiş olan ülkemizde, tüm bu olanlara siyaseten alet olmuş olanlarla bu duruma karşı olduğu halde hiçbir çalışma yapmadan tribünlerde oturup seyirci kalmış olanların suçu eşdeğerdir.
Şu anda ülkemiz bir çatışma çemberinin ortasına doğru kaymaktadır, tarihte yaşadıklarından daha kötü, son derece tehlikeli ve kritik bir süreçten geçmektedir.
Artık hantal, bilgisiz, dış güdümlü ve ikbal peşinde koşan siyasi bir anlayışla bu duruma çözmek kabil değildir. Acilen bu vahim duruma çözüm üretebilecek, konulara vakıf ve bilgili, dış güdümlü olmayan ve milli iradeye sahip son derece güçlü bir siyasi otoriteye ihtiyaç bulunmaktadır.
Burada Yüce Türk halkına büyük görev düşmektedir. Halkımızın yapması gereken provokasyonlara alet olup meydanlara dökülmek değil, bu basiretsizlikten bir an önce kurtularak güçlü bir siyasetin içinde yer almak ya da güçlü bir siyasete sonuna kadar destek vermektir.
Yine buradan mevcut siyasilere de bir çift sözüm olacak; Ülke elden gidiyor! Eğer birazcık vicdan ve haysiyet sahibi iseniz, bu defa da şahsi ikbaliniz peşinde değil, ülke istikbali peşinde koşturun.
Ya bir yol bulun, ya bir yol açın, ya da yoldan çekilip işi ehline teslim edin.
HABER REVİZYON DERGİSİ KASIM 2013