Ülkemizde 1960’lı yıllarda bir tür altın çağını yaşayan tiyatro, 2000’li yıllarda deyim yerindeyse can çekişiyor. Oysa özellikle günümüz gelişmiş batı toplumlarında ekonomilerine paralel, sanatta ve bilhassa tiyatroda bir tür Rönesans yaşanıyor. Ekonomik ve sosyolojik yapının sanatın var oluşunda en belirleyici unsur olduğu da yadsınamaz bir gerçek. Ancak bir türlü gelişmeyi beceremeyen ekonomimizin son yıllardaki performansı göz kamaştırıcı gibi görünse de benzer bir gelişme ne yazık ki kültür ve sanatımızda gözlenmiyor!
Televizyonun yaşantımıza hızla girmesiyle tiyatrolara olan ilgi de aynı hızla azalmaya başladı diyebiliriz. Bu sebeple eğlence anlayışımıza kendi penceresinden bakan televizyon, sanatın estetik hareketliliğini adeta statikleştirdi.
Kuşkusuz bu gerilemenin tek sorumlusu olarak televizyonu göstermek yanlış olur. Çok partili dönemin başlarından beri sürekli değişen iktidarların, planlı, tutarlı ve ciddi bir kültür politikalarının olmayışı; sanat ve sanatçıyı pozitif anlamda desteklememeleri en önemli sebep sayılabilir. Üstelik iktidarda olmalarına rağmen sadece adı değişen ama zihniyetleri değişmeyen bu hükümetler, adeta toplum mühendisliğine soyunurcasına sanatın neredeyse her dalında belirleyici olmak istediler ve olmaya da devam ediyorlar.
Zamanında kitapların yasaklanması, toplatılması, yazarların, gazetecilerin gözaltına alınması hatta tutuklatılmasın da olduğu gibi bugün de benzer zihniyet faaliyette.
Beğenilmeyen heykellerin yıktırılması, AKM gibi kültür mabetlerinin uzun süre atıl bıraktırılması, Duru Tiyatro, Emek Sineması, Muammer Karaca Tiyatrosu gibi tarihi mirasların türlü sebeplerle kapatılması, hep bu zihniyetin eseri. Fakat gözden kaçırdıkları şey ise siyaset ne zaman sanatı belirleme çabası içine girdiyse, bu gayretin hep boşa çıkmış olması. Çünkü sanat dizayn edilemez; doğası gereği muhaliftir. Kuşkusuz bu yönüyle de her iktidarın bir bakıma korkulu rüyasıdır.
Bugün hangi TV dizisini, hangi tiyatro oyununu, üstelik nasıl bir içerikle izleyebileceğimizi dikte etmeye çalışan bir anlayışla karşı karşıyayız. Kurgusal bir olayı, bir senaryoyu tarihi gerçekler ile kıyaslamanın anlamsızlığını vurgulamaya dahi gerek yokken tartışmaya açmak talihsiz bir girişim. Bu sebeple ‘benim tiyatrom, benim TV dizim, benim sinemam, benim sanatım’, kısacası ‘benim kültürüm’ demek, asla uzun ömürlü olamaz, olmamıştır da.
Toplumlar değişir ve bu kaçınılmazdır. Dolayısıyla sanatta ve kültürde özgürlükçü yaklaşım engellenemez ve tasarlanamaz. Kaldı ki sanatçı, sanatını icra edeceği mekanı illaki belirler ve bunu toplumuyla her ne şekilde olursa olsun buluşturmanın yolunu ve yöntemini bulur.
Devlet ya da hükümetler kültür ve sanat politikalarını ancak insanların onlara kolayca ulaşabilmelerini sağlayacak şekilde yaparlar ve bu aynı zamanda sosyal devlet olmanın gereğidir de. Ayrıca her bireyin sanatı algılayış biçimi farklıdır. Ona; “senin sanatın budur” denmesi zaten gerçekçi olamayacağı gibi mümkün de değildir.
Düşünce alanında hür bırakılmayan bireyin ne kültürel, ne sanatsal, ne de ekonomik alanda zenginleşmesi mümkündür. Batı toplumu bu yüzden esas zenginleşmesini çok sesliliğine borçludur. En zengin yönümüz olan toplumsal mozaiğimizi zedeleyecek her türlü hareket hızla kültürel açıdan daha da fakirleşmemize neden olur.
Ekonomik ve siyasi alanda otorite olan iktidar, bu müdahaleci anlayışı en özgür ve özgün bırakılması gereken sanat ve kültürde uygulamaya devam ederse, kuşkusuz tarihin acı tecrübeleriyle karşı karşıya kalacaktır.
Sanatıma dokunma!