Sunay Akın – Anıtkabir Romen Rakamıyla Kaç?

“Üstü kalsın” adlı son şiirinde “Her ölüm erken ölümdür” diyerek aramızdan ayrılan Cemal Süreya günlüğündeki “799. Güne” Edip Cansever, Ece Ayhan ve kendisinin hiç Atatürk şiiri yazmadığını not düşer… Ve şöyle devam eder: “Ahmed Arif, Can Yücel de öyle, Orhan Veli de. Oktay Rifat, Metin Eloğlu, İlhan Berk? Onlar da mı?”

 

Adı Atatürk olan ya da onun kavgasını anlatan bir şiiri olmasa da Cemal Süreya’nın şiir serüvenini incelediğimizde Atatürk’e çokça rastlarız. Örneğin; “Behçet Necatigil Şiirlerini Nereye Yazardı” adlı şiirinden birkaç dize okuyalım:

“Yazısı 1928 yazısı Atatürk’ün el yazısı Ama sıkılganlıktan mı neden Fazlaca bastırılmış bir yazı”

Necatigil için yazılmış bir şiirde karşımıza çıkan Atatürk’ü, Cemal Süreya’nın şair ve yazar dostlarını andığı başka bir şiirinde de görürüz:

“Şu günlerde içkiye düştüm, ondan mıdır bilmem, Daha çok seviyorum Cansever’i, Uyar’ı,

Can Yücel’i. Bir de Fethi Naci’yi ve elbet Mustafa Kemal’i.”

Şair ve yazar adlarının geçtiği şiirlerinde Cemal Süreya’nın Atatürk’ü de anması ilginçtir. Yalnızca şiirlerinde değil, kendisiyle yapılan bir söyleşide de yaşam öyküsünü anlatan Cemal Süreya şunları söyler: “Sözgelimi Atatürk 1938’de öldü. Ama ondan üç ay önce küçük kalbimdeki kuş ölmüştü. Sürgün oluşumuz, annemin ölüşü de o yıl içinde.” Atatürk’ün öldüğü yıl olan 1938’de Cemal Süreya annesini kaybeder… Ve aynı yıl bir yük vagonuna hükümet zoruyla bindirilip babası ve kardeşleriyle birlikte sürgüne gönderilir. Cemal Süreya yedi yaşındadır!..

Cemal Süreya’ya göçebelik babasından miras olarak kalır. 1938’den sonra gezgin olan Cemal Süreya en güzel yolculuğunu şiiriyle yapar. Müfettiş olarak Anadolu’nun birçok köşesini gezerken, Atatürk’ün 20. ölüm yıldönümü olan 10 Kasım 1958’de yolu Nazilli’ye düşer. 13 Kasım günü, ilçede yayımlanmakta olan Kervan gazetesinin ilk sayfasında şu haber yer alır: “10 Kasım günü şehrimizde bulunan değerli sanatçı Cemal Süreya önemli bir konuşma yaptı.”

Gazetenin birinci sayfasından başlayıp ikinci sayfada devam eden yazı, Cemal Süreya’nın Atatürk üzerine yaptığı konuşmanın metnini içermektedir. Sözlerine Jean-Paul Sartre’ın “Bir entelektüel hiçbir zaman tam bir revolüsyoner” olamaz deyişiyle başlayan Cemal Süreya bakın nasıl bitiriyor konuşmasını: “Mustafa Kemal bir temeldir. Bir yöndür. Yapılmış, her şeyi bitmiş bir bina değildir. Onu ancak devam ettirerek, sürdürerek sevebiliriz. Kendisine yeni şeyler, yeni değerler ekleyerek sevebiliriz. Yalnız yüreğimizle değil, aklımızla da sevelim. Mustafa Kemal en büyük zaferini o zaman kazanmış olacak, işte o zaman…”

Mustafa Kemal’in bir yön olduğunu, yapılmış, her şeyi bitmiş bir bina olmadığını söyleyen biri daha vardır. Ki, o da ta kendisidir Atatürk’ün: “Bugüne kadar elde ettiğimiz başarılar bize ancak gelişmeye ve uygarlığa doğru bir yol açmıştır. Yoksa gelişmeye ve uygarlığa henüz ulaştırmış değildir.”

Günümüzde adına “Kemalizm” denilen devlet mimarisi Pisa Kulesi görünümü veriyorsa bunun temelinde, Atatürk’ün mirasçısı olduğunu söyleyen sahtekârlar bulunmaktadır. Göçebeliğin Cemal Süreya’ya babasından miras kaldığını söylemiştik. Atatürk’ün miras olarak ne bıraktığını biliyor muyuz?.. İşte yanıt: “Ben manevi miras olarak, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.”

Demokrasiye karşı yapılan darbelerle zorbaların Mustafa Kemal adına oluşturdukları “dogma”, “ donmuş” ve “kalıplaşmış” kurallar sisteminin bırakılan manevi miras olmadığı yukarıdaki sözlerde açık değil midir?…

Böylesi bir mirastan hiçbir devrimcinin rahatsız olmayacağı gibi, ayetlere dayalı bir düzen kurmak isteyenlerin ve kalıplaşmanın en çirkini olan ırkçıların saklandıkları Atatürkçülük paravanı arkasında sobelenmeleri gerekir!..
Cemal Süreya, politikacıların ikiyüzlülüğünü “904. Gün”de yazdığı bir devlet töreninde gözler önüne serer: “İçişleri Bakanı kürsüye çıktı ve yaptığı konuşmada Atatürk’ün yurdu düşmanlardan kurtardığını, 23 Nisan Bayramı’nın buradan kaynaklandığını söyledi. O anda Meclis salonunda düşmanların çocuk temsilcileri de vardı.Hem kardeşlik şölenine çağırıyorsun, hem de sizin gibi düşmanlardan kurtulduk diyorsun!..”

“Kısa Türkiye Tarihi” adlı şiirde ise 12 Eylül öncesi ve sonrasını şöyle tanımlar:

“1970’li yıllarda Atatürkiye, 1980’li yıllarda Adıtürkiye”

Halkın boğazına takılan birer kılçık gibi duran işgal ülkelerinin savaş gemileri arasından yol alan Bandırma Vapuruyla 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan Atatürk, sekiz yıllık bir aradan sonra 1 Temmuz 1927’de geri döner ve Dolmabahçe Sarayı’nda yaptığı konuşmada şunları söyler: “Bu saray zillullahların değil, zil olmayan, hakikat olan milletin sarayıdır…” Oysa 90’lı yıllarda kapitalizmin zincirlerinden biri olan özelleştirme yasasıyla tarihi yapılar dönemin “zillullahlarına”, yani sermayeye peşkeş çekilmiştir. Dolmabahçe Sarayı’nın yakınındaki Çırağan Sarayı ve Kız Kulesi bu çerçevede “milletin” elinden alınıp sömürü denilen illetin hanesine yazılmışlardır. Dolmabahçe Sarayı’nın özelleştirilip otel, kafeterya ya da satış merkezi yapılmayışının nedeni Atatürk’ün orada ölmüş olmasıdır. Bu ayrıcalıktan bakıldığında Pisa Kulesi’ndeki eğriliğin nereden kaynaklandığı açıkça görülür.

Yazımızı, son dönem şiirlerinde “Doğru söyle / Beni mi seviyorsun, Atatürk’ü mü?” diyen Cemal Süreya’nın bir dizesiyle soru işaretinin çengeline asalım:

“Anıtkabir Romen rakamıyla kaç ”

haberrevizyon aralık 2012 sunay akın 2 haberrevizyon aralık 2012 sunay akın 1

HABER REVİZYON DERGİSİ ARALIK 2012

 

Bir cevap yazın