Sunay Akın – Haydi Kurşun Askerim SAVAŞA!

1841 yılının bir bahar gününde “Ramses” adlı gemi, Ege Denizi’nden giriş yapar Çanakkale Boğazı’na… Geminin güvertesinde, sabahın ilk ışıklarının aydınlattığı manzarayı hayranlıkla izleyen bir yolcu, günümüzde birçok insanın Kız Kulesi’nde yaşandığını sandığı bir aşkı anımsar: “Leander kendisini sevgili Hero’dan ayıran, iki kentin arasındaki bu boğazı fırtınalı havada yüzerek geçiyordu. Fırtınada aşkın ışığıyla yanan lamba söner, fırtınada yanan kalpler buzlara döner.”

Otuz altı yaşındaki bu yolcu, İngiliz şair Lord Byron’un, kendisinden otuz yıl önce Çanakkale’ye geldiğini ve efsaneyi gerçekleştirmek için Leander gibi Boğaz’ı yüzerek geçtiğini de bilmektedir.

Genç adamın gözüne, gemi Çanakkale Limanı’na doğru yanaşırken kıyıdaki askerler takılır: “Kentin kalesinde yan yana dizilen toplar bizi selamlamıyor. Avrupai üniformaları ve başlarında kırmızı fesleriyle askerler kalenin mazgallarından, topların arasından bakıyorlar.”

Gemide, bir Türk’le şiir üzerine sohbet eden yolcu, yetmiş dört yıl sonra, yani 1915’te Çanakkale’ye gelmiş olsaydı, üniformalarını anlatacağı askerlerin sayısı da artardı!

Çanakkale Savaşı’nın ilk haftalarında, hiç de bilinmeyen bir tutuklama olayı yaşanır İstanbul’da. Polisler, İstiklâl Caddesi’nde Avrupa’dan getirilen malların bulunduğu bir mağazayı basarak, satılmakta olan bir eşyanın tümüne Fransız yapımı oldukları gerekçesiyle el koyarlar.

Tutuklanan, kurşun askerlerdir!

Şüphesiz ki, bu yasağın nedeni, çocukları savaşmak duygusundan uzak tutmak değildir; çünkü o yıllarda, Birinci Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı Devleti ve müttefiki olduğu ülke askerlerinin üniforma giymiş çocuklarla temsil edildiği kartpostallar satılmaktadır. Bu kartpostalda, Türk askerini temsil eden çocuk, bir eliyle bayrak diğer eliyle de ucuna ip bağlı olan oyuncak bir savaş topu tutmaktadır. Başında da, 1841’de Çanakkale’ye gelen genç adamın anlattığı gibi bir kırmızı fes vardır.

Çanakkale Savaşı’nı kurşun askerlerle anlatırken, bir şiir okuyalım Oktay Rifat’tan:

Uçaklar gelecekmiş
Korkum yok benim
Kâğıt gemilerim
Kurşun askerlerim hazır
Hem bunlar bozulursa
Babam yenilerini alır.

Kâğıt gemi ve kurşun asker! Acaba diyorum, Oktay Rifat bu dizeleri yazarken, çocukluğunda masallarını okuduğu Hans Christian Andersen’in etkisinde kalmış olabilir mi?.. Unuttunuz mu, Danimarkalı ünlü yazarın, içine konuldukları kutunun kapağı açıldığında duydukları ilk söz bir çocuğun, “Kurşun askerler!” diye sevinç çığlığı olan, eski bir kaşık takımından dökülme yirmi beş kurşun askerin öyküsünü? Çocuk, askerleri masaya dizerken bir tanesinin tek bacaklı olduğunu fark eder. Kalıba en son dökülen bu asker, kurşun yetmediği için tek bacaklı gelir dünyaya.

Masanın üstündeki karton şatonun içinde, tek ayağı üstünde dans eden balerin takılır kurşun askerin gözüne. Birden mutlu olur bizimki. Neden olmasın ki? O güzel kız da kendisi gibi tek ayaklıdır!

Gece el ayak çekildiğinde tüm oyuncaklar neşe içinde oynamaya başlarlar. Saat on ikiyi vurunca da, bir kutunun içindeki yaylı kukla fırlayıverir dışarı. Tek bacaklı kurşun askeri, “Sana ait olmayan şeylere göz koyma!” diye uyaran kötü ruhlu kukla, kurşun askerin aldırmazlığı karşısında savurur tehdidini: “Sabahı bekle, görürsün gününü.”

Sabah olunca uyanan çocuk, kurşun askeri pencerenin kenarına koyar. İşte o an,
kurşun asker, kuvvetlice esen rüzgâr tarafından sokağa düşürülür. İki taşın arasına tepe üstü sıkışmış bir şekilde, başına gelenin kötü ruhlu kuklanın işi olduğunu düşünür, yağmur altında ıslanırken.

Sokak çocukları buldukları kurşun askeri kâğıt bir geminin içine koyup, yolun kıyısında akmakta olan yağmur suyuna bırakırlar. Zavallı tek bacaklı kurşun asker, dimdik durduğu kâğıt geminin içinde bir yeraltı borusuna girer. Farelere karşı korkusuzca savaştıktan sonra denize ulaşır. Ne var ki, kâğıt gemisi iyice yıprandığından sulara gömülmekten kurtulamaz.

Bir süre, yutulduğu balığın midesinde bekler. Gün ışığına kavuştuğunda balığın karnını bıçakla kesen kadın gibi şaşkındır! Armağan olarak getirildiği çocuğun evine geri dönmüştür. Sıcak yuvasındadır yeniden. Daha da önemlisi, tek ayaklı balerine kavuşmuştur. Sevgilisiyle bakışırken, çocuk birden eline alır ve ateşe atar kurşun askeri. Erirken bile dimdik ayakta durmakta ve gözlerini kendisi gibi tek bacaklı olan balerinden ayırmamaktadır… Kapı açılır aniden ve rüzgâr balerini de atar ateşe.

Ertesi sabah sobayı temizleyen hizmetçi, kurşundan yapılma küçük bir kalp bulur küllerin arasında!..

Andersen’in öyküsünü anımsatmamın nedeni, Çanakkale Savaşı’na katılan kurşun askerdir!.. Her yağmur sonrası, savaşan askerlerin gömülü eşyaları çıkar toprak üstüne. Kül tablası, cımbız, cep aynası, tırnak makası, çakı gibi eşyaların bir kısmı Eceabat’taki “Çamburnu İdare ve Tanıtım Merkezi Müzesi”nde sergilenmektedir. Söz konusu eşyalar arasında bir de “Heykelcik” vardır. Bu adı taşıyor olsa da, savaş alanında bulunan o yıllarda yapılan bir kurşun askerdir!

Kimin cebindeydi kurşun asker?.. Kendisini, Andersen’in öyküsündeki askere benzeten bir Fransız’ın mı? Öyle ya, o da kâğıt gemiye bindirilmiş tek bacaklı kurşun asker gibi bir bilinmeze doğru sürükleniyordu. Siperlerin içi de fare kaynıyordu üstelik!..

Yoksa savaşa giden babasının cebine bir çocuk mu koymuştu kurşun askeri? Küçük yüreğiyle uğur getireceğine mi inanmıştı? Masaldaki asker geri dönmüyor muydu evine?

Belki de bir aşkın simgesidir kurşun asker? Masalın sonu gibi kavuşmayı, kalplerinin bir olmasını umut eden bir sevgili vermiştir onu, ateşe giden nişanlısına?

Bu soruların yanıtını bilemeyiz elbette. Tıpkı otuz altı yaşındaki Hans Christian Andersen’in, gemiyle, 1841 yılında Çanakkale Boğazı’ndan geçerken, yazdığı öyküden etkilenen bir askerin, yetmiş dört yıl sonra, bıraktığı topraklara savaşmak üzere cebinde kurşun askerle geleceğini bilemeyeceği gibi!..

haberrevizyon mart 2013 sunay akın 1 haberrevizyon mart 2013 sunay akın 2

HABER REVİZYON DERGİSİ MART 2013

 

Bir cevap yazın