Genç adam, en güzel üniformaları diken Mercan’daki “Altın Makas” terzihanesinin kapısından içeri girdiğinde, siparişi birlikte verdiği yakın arkadaşının elbisesinin de hazır olduğunu ama gelip almadığını öğrenir. “Herhalde işleri vardır, bir fırsat bulduğunda gelecektir” diyen adam, elinde yeni üniformasıyla ayrılır dükkandan. Harbiye’den yeni mezun olmuş genç subayın diktirdiği yüzbaşı üniforması, içi boş bir şekilde askıda öylece beklemeye başlar. Altın Makas’ın kapısından içeri girip çıkanlarla birlikte yeni ölçüler alınır, provalar yapılır, düğmeler iliklenir, pantolon paçalarının boyu belirlenir, tamamlanmış elbiseler sahiplerine teslim edilir ama o yüzbaşı üniforması tüm bu hareketliliğin ortasında, günlerce, içini dolduracak sahibini bekler durur…
Oysa, üniformanın sahibi, elbisenin asılı olduğu Altın Makas terzihanesinin hiç de uzağında değildir. Günümüzde İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan Beyazıt’taki tarihi bina o yıllarda Harbiye Nezareti’dir. Binanın Haliç’e bakan arka bahçesinin hemen altı Mercan semtidir ve nezaretin bu kısmında II. Abdülhamit’in rejimine karşı çıkanların kapatıldığı ünlü “Bekir Ağa Bölüğü” vardır. Yüzbaşı elbisesinin askıda tutsak olmasının nedeni de, sahibinin Yıldız Sarayı’nda sorgulandıktan sonra Bekir Ağa Bölüğü’ne hapsedilmesidir. Yüzbaşı üniforması ve sahibi, birbirlerinden yüz metre mesafede, biri askıya, öteki dört duvara tutsak, kavuşacakları günü beklemektedir!
Üniforma kendini sahibinin sırtında, Şam sokaklarında bulur. Yüzbaşı devrimci düşüncelerinden dolayı “hayat zindanı” denilen sürgüne gönderilmiştir. Yüreği, Şam sokakları gibi yalnızlıktan toz tutsa da, üniforması umutları gibi pırıl pırıldır.
Akşamları hayat duvarların arkasına çekildiğinde Yüzbaşı, ıssız Şam sokaklarını ağır ağır yürüyerek gitmektedir evine. İki odalı evinde kendini bekleyen kimse yoktur, neden acele etsin ki!?.
Yine böyle bir akşam evine doğru yürürken bir müzik sesi duyar. Sesin geldiği yöne doğru yürür. Adımlarını günün bu saatlerinde ilk kez böylesine telaşlı atmaktadır. Bir labirente benzeyen sokaklarda çabuk çabuk yürümekte, sokak başına geldiğinde bir an durup, müziğin geldiği yöne dönmektedir…
Yüzbaşı, pencereleri kağıtla kaplı bir kahvehanenin önünde durur. Bir an tereddüt etse de, kapıyı hafifçe aralar… İçeride, Hicaz demiryolunda çalışan İtalyan işçiler, eşleri ve kızlarıyla birlikte mandolin çalıyor, şarkılar söylüyor ve dans ediyorlardır! Hepsinin masalarda işçi kıyafetleriyle oturduğunu görünce üniformasına bakar ve kapıyı açtığı gibi usulca kapatarak oradan uzaklaşır…
Ertesi akşam, aynı kahvehanede toplanan İtalyan işçiler yine neşe içinde eğlenmekte, şarkı söylemektedir. Aralarına yeni bir arkadaşları katılmıştır! Çarşıdan satın aldığı işçi kıyafeti içindeki bu genç adam, Yüzbaşı üniformasını çıkararak, yüreğinden gurbetin yalnızlık tozlarını silmek isteyen Mustafa Kemal’dir!
Ayakkabı ustası Tanaş Elefteriadis, en iyi müşterisini şöyle anlatır bizlere: “Ayakkabıda moda ne ise onu istiyordu.
Ayakkabılarını sağlam yapmaya çalışıyordum. Fakat Atatürk’ün ayakkabıları devamlı çalınırdı. Herhalde herkes ondan bir hatıra almak için çalardı ayakkabılarını. Bir gün Atatürk beni yanına çağırdı, bana ‘Bu ayakkabıları kalıpla yapın’ dedi.
‘Niçin’ dedim.
O da bana ‘Çalan kalıpsız mı çalsın?’ demişti. O zaman moda, kaba, çift köseleli ayakkabılardı. Biz yeni ayakkabı yapınca bunlar moda oluyordu, millet de giyiyordu. Sayısız ayakkabı yaptım. Atatürk’e çok ayakkabı yapmamın sebebi Atatürk’ün ayakkabılarının devamlı çalınmasıydı, onlar çalındıkça ben de yapıyordum. Şunu gördüm, yaptığım düğmeli bordo ayakkabıları çalmıyorlardı. En çok çalınan ayakkabı ise iskarpindi. Kendisi bütün yaptığım ayakkabıları beğenirdi, ayakkabılarda renk ayırt etmezdi. Ama ben de onun ne istediğini bilirdim. Atatürk’ün ayak yapısı biraz değişikti, başparmağı aşağı tarafa basıyordu.”
Ayakkabıcısı Elefteriadis’in dediği gibi, herkes Atatürk’ten bir hatıra almak istiyordu, bu nedenle de ayakkabıları sürekli çalınıyordu. Bu olay en son 10 Kasım günü yaşanmıştır. Kamil Çifter’e kulak veriyoruz: ”Ölümü sırasında Swith Wesson marka tabancasıyla köstekli saati, yatağının ucundaki komodinin gözündeydi. Ölümü anında odada hizmetindeydim. Fakat on dakika sonra geldim baktım yerinde yeller esiyor. Ne tabanca var, ne saat. Gardrob lebalep çamaşır doluydu; gömlek, kravat, pijama vesaire. Fakat ölümü anında sarayın içerisi bir hengame halinde idi. O bakımdan hiçbir şeyle ilgilenemedik tabii. Ölümünden yarım saat sonra gardrobu açtım, ne bir kravat kalmış, ne bir tek gömlek, hiçbir şey kalmamış. Tabii herkes Atatürk’ten hatıra diye almışlar.”
27 Eylül 1938 günü, Mustafa Kemal Atatürk, arkadaşı Salih Bozok’u hasta odasına çağırarak, gördüğü şu rüyayı anlatır:”Bana bir çift kundura getirmişler, beğendim. Binbir’i (hizmetli Binnaz hanım) çağırdım. Böyle ‘Binbiiirr’ diye çağırırken odaya Rıdvan girdi. Bunun üzerine uyandım ve rüya gördüğümü anladım.”
HABER REVİZYON DERGİSİ EKİM 2012