Din ve toprak savaşları, soykırımlar, doğa katliamları ve ırkçılık gibi insanlık suçlarıyla YÜZLEŞME’ye hazır mıyız?
Eğer tek bir canı bile yitirmeye hazır değilsek, yüzleşmeye hazırız demektir. İki seçeneğimiz var. Ya gülmek ya da ağlamaya devam etmek. Hem, barıştan çok savaşa hazır olunabilir mi? İnsanın doğasına aykırı. İnsan, olumlu ve olumsuzu ayırt edebilecek yetiye sahiptir.
Geçerli doğruya o muhakemeyle ulaşır. Ayrıca bu “hazır olmak” sözü de tıpkı “hassasiyetler” gibi siyasi yozlaşmanın ahlaksız bir değneğidir bence. Savaş tezkereleri birkaç saat içinde görüşülüp onaylanıyor ve ona “hazır” olunuyor da barışa niçin henüz “erken”? Kendini kaybetmiş bir yüzyıl yaşıyoruz.
Elektroniğin yaşam alanlarımızda yaydığı radyasyondan mıdır, motorların saldığı gazlardan mıdır, barajlardan mıdır; bilimsel bir açıklaması vardır elbet ama sonuçlarının yaşama olan etkisi için bilim insanı ya da laborant olmak gerekmiyor. Düşünün ki, farklı cins hayvanlarla ve farklı tür bitkilerin bir araya gelip uyumlu bir ekosistem kurup bir orman oluşturmaları en az 20 yıl sürüyor. Bu en küçüğü ve en az tür barındıranı; ekolojik sistem için gerekli tek bir orman için 150-200 yıl gerekiyor. Bunu düşünebiliyor musunuz?
Dünyamızın ciğerleri olarak bildiğimiz ormanları talan etmek, terörist (!) barınmasın diye alev toplarıyla bombalayıp yakmak soykırım değil midir? Bu tıpkı şuna benzer: Yüz binlerce nüfusu olan bir şehirde saklanan birkaç suçluyu -ki özelinde suçlu olduğu tartışılır- yok etmek için o şehri bombalarla yakıp yıkıp yerle bir etmek gibidir!
Denizlerde yapılan bomba testleri de aynı şeydir. O tatbikatlar da o suçluları yok etme yöntemlerinin provalarıdır. Denizde soykırım, karada soykırım, havada “İnsansız hava araçları”… Nerede yaşıyoruz biz? Tüm bunlar yanı başımızda olup bitiyor, yanı başımızda! Neden karşı çıkmıyoruz, neyi bekliyoruz? Bunun neyine hazır olmamız gerekir ki. “Savaşta en çok zarar görenlerin çocuklar ve kadınlardır.” denir. Bence bu cümleye ormanları ve doğayı da eklemeliyiz. Gelelim insan haklarına ya da soy haklarına…
Hangimiz anne ve babamızı seçme hakkına sahip olabildik. Hangimiz üzerinde doğacağımız toprağı seçebildik. Hangimiz o topraklarda yaşayanların hangi renkte, hangi dilde olacağını seçebildik? Ama büyüdükten sonra birilerinin o seçimleri neden yapmadıklarını sorgulayıp on binlerce insanı zindanlara tıkarız, asarız, işkencelerden geçiririz, sürgün ederiz, yok edip yok sayarız…
Bunlarla yüzleşmemiz gerek artık. Ne zamanımız ne de başka şansımız var!
“Yüzleşme” ritüelini gerçekleştirmek için sergi alanına ilk adımınızı attığınızda, içinizin bütün elbiselerini çıkarmanız gerekecek! Orada ilk nefesinizi almaya başladığınızda doğal olarak henüz size herhangi bir ad verilmemiş olacak, anne ve babanız hakkında, doğduğunuz yerle ilgili hiçbir şey bilmiyor olacaksınız. Kısacası kiminiz Âdem, kiminiz Havva olacak o ilk anda. O eserlerin karşısına hiçbir şey bilmeden geçmek gerekiyor.
Gördüğünüz renklerin henüz bir adı, duyduğunuz seslerin henüz bir dili olmayacak! İçinizde olduğu gibi üzerinizde de hiçbir şey olmayacak. Âdem ve Havva dedik ya; o yemişten sonraki ama! Dolaştığınız o alandaki her nesneyi ilk defa görmüş; onlara ilk defa dokunmuş olacaksınız. Gördüklerinize ve duyduklarınıza o ilk nefesinizden önceye ait hiçbir tanımlamada bulunmamanız gerekiyor.
Hatırlayın! Belleğiniz bomboş, bembeyaz bir boşluk daha; o ilk adımdan beri oraya henüz bir şey eklememiş olmalısınız. Bu bilinç-sizlik-le dolaşmalı o alanda. O şekilde duymalı, bakmalı, görmeli, dokunmalı, hissetmeli, anlamlar yüklemelisiniz o nesnelere. O halinizle orada yaşam ile ölüm arasındaki hayata dair en saf bilgiye sahip olmanız gerekecek. Dışarıya çıktığınızda, içinizden çıkarıp kapıda bıraktığınız elbiseleri alıp sonsuzluğun çöplüğüne atacaksınız sonra. Ve belirleyici olarak, ilk nefesinizle birlikte sahip olduğunuz hiçbir tanımı ya da sınıflandırmayı sonraki hiçbir ilişkinize koymamalısınız.
Sizin için “Yüzleşme” yaşanmış ve arınma gerçekleşmiş olacaktır. Gördüğünüz her şey anlamına kavuşmuş olacak sizde. Ve diğerleriyle…